5 Ağustos 2017 Cumartesi

Cumhuriyet'in İlanından 34 Sene Sonra




1957 yılında Sputnik I’in uzaya gönderilmesinden oldukça etkilenen Bandırma Şehit Gönenç Lisesi öğrencileri Artuğ Sayıner, Adnan Zambak, Güngör Gezer, Osman Caran ve Atilla Yedikardeşler aynı yıl lisenin havacılık koluna bağlı olarak “Füze Kulübü”nü kurarlar.

“Füze Kulübü” 1959 yılında liseden ayrılarak “Bandırma Havacılık ve Uzay Araştırma Derneği” olarak resmiyet kazanır. Dernekleşmeyi başaran gençler, öncelikle o yıllarda 22 ülkede faaliyet gösteren astronomi, roket ve seyahat dernekleri ile mektuplaşmaya başlar ve bu derneklerden Güney Afrika Seyyareler Arası Cemiyeti, Chicago Roket Cemiyeti ve Türk Astronomi Derneğine de üye olurlar. Büyük bütçelere sahip bu dernekler, gençlerin çalışmalarına ilgi gösterir.

10 Ekim 1959 yılına gelindiğinde Bandırma Havacılık ve Uzay Araştırma Derneği ilk füzesini fırlatmaya hazırdır. Üç kilo ağırlığında, bir metre boyunda ve 10 santimetre çapındaki “Bernark” tipi bu ilk füze 40 metre kadar yükseğe çıktıktan sonra denize düşer. Başarısız ilk denemenin ardından gençlerin çalışmalarıyla ilgili küçümseyici haberler yapılır.

İkinci atış denemesi de aynı yıl yapılır, fakat füze ancak 15 metre yükselebilir ve deneme başarısızlıkla sonuçlanır. “Böyle saçma şeylerle uğraşılır mı?” diye kendileri ile alay edilen bu beş genç pes etmez ve üçüncü denemeyi de 10 Şubat 1960’da gerçekleştirirler.

Otomatik bir füze ateşleme ve kontrol aleti kullanılarak yapılan denemede, iki katlı roket 750 metre yüksekliğe çıktıktan sonra denize düşer. Bu denemenin ardından derneğin çalışmaları Amerika, Hollanda ve İtalya’da uzay çalışmaları ve roketçilikle ilgili dergilerde yer alır. Bu esnada dernek, ismini, Bandırma Havacılık ve Astronomi Roket Kulübü (BHARK) olarak değiştirir.
Yine bu dönemde Bandırma 6. Hava Üssünden de büyük destek alınır. Çalışmalarına devam eden gençler 1961 yılında B-T-47 roketini fırlatırlar, roket 135 metre yükselerek paraşütle iner.

30 Ağustos 1962 yılında Bandırma’nın Küçük Livatya mevkiinde ‘MARMARA 1’ adındaki Türk roketi fırlatılır ve roket 900 metre yüksekliğe ulaşmayı başarır. Ancak, Basın mensuplarının ve kalabalık bir halk kitlesinin seyrettiği fırlatma sırasında füzenin ikinci kısmı ateş alır ve füze havada infilak eder. Bu başarısız deneme, basının büyük çoğunluğunda olumsuz eleştirilerle yer bulurken, bazı gazeteciler ise çalışmaları destekleyici yazılar yazar.

Bandırma Füze Kulübü üyeleri 3 Eylül 1962’de yeni bir denemeyle ‘MARMARA 2’ roketini fırlatırlar. Gliserin ve asfalt karışımı sıvı bir yakıt kullanılan roket beş metrelik bir duman tabakasının arasından göğe doğru fırlar ve beş saniye içinde bulutlar arasında kaybolur. Roket öylesine başarılı ve hızlı bir kalkış yapmıştır ki, üç yüz metre arayla kurulan rasat kuleleri bile düzgün gözlem yapamaz. Fırlatış sonrası kulüp üyeleri sevinç gözyaşları döker; MARMARA 2 roketinden ise bir daha haber alınamaz.

13 metre boyunda, altı metre çapında ve 5,50 kilogram ağırlığındaki ‘MARMARA 2’ roketi bütün aramalara rağmen bulunamazken roket başlığının Fener Adası’na paraşütle inişi Ada sakinleri tarafından gözlemlenmiştir.

Bu fırlatma testi, Bandırma Füze Kulübüne, amatörler arası füze yarışmasında dünya üçüncülüğünü kazandırırken yarışmada Amerika 56 kilometre yüksekliğe çıkan roketi ile birinci, Almanlar ise 36 kilometre ile ikinci olmuşlardır.

15 Ekim 1962’ye gelindiğinde İTÜ Öğretim görevlisi Ermeni asıllı Türk vatandaşı Kirkor Divarcı’nın  yaptığı füze ile  Bandırma Füze Kulübü'nün “MARMARA 3” ve “MARMARA 4” füzelerinin fırlatma testleri yapılır.

Divarcı, bu çalışmalara destek vermek maksadı ile evlenmek için nişanlısı ile birlikte biriktirdiği 400 TL.'sini kulübe vermiştir. Testlerde kendi füzesi ve “MARMARA 3” füzesi başarısız olurken “MARMARA 4” başarı ile fırlatılmış, füze 5 bin 415 metre yüksekliğe çıkmıştır.

Bu başarı sonrası gençlerin sonraki çalışmaları yine projeler üzerinde olmuştur. Bunlar;

Sirius Projesi: İki kademeli, iki kapsüllü olan ve kendisine "Meterolog" adı verilen füze ile astronomik araştırmalar yapılacak ve kapsül paraşüt vasıtasıyla yeryüzüne inerek araştırmaların neticeleri alınacaktır.

“KIBRIS I” adı verilen kapsül ise isminden de anlaşılacağı gibi vurucu gaye ile kullanılacaktır.

Vega Projesi: Astronomik gayelerle hazırlanan, 360 santimetre boyunda iki kademeli bir roket projesidir.

Ata-I Projesi: Tamamen askeri maksatlarla kullanılmak üzere hazırlanan, 70 kilometre menzilli bir roket projesidir.

Uçan Türk Projesi: Yine askeri maksatlarla hazırlanan projenin yapımı ve sistemleri tamamlanmış, roket, atışa hazır bekletilmiştir. Roketin menzili 35 kilometredir.

Güdüm Projesi: Roketlerin hedeflerini bulmaları için hazırlanan bu proje, önce bir uçaktan sonra da bir deniz motorundan atılarak denenmek istenmesine rağmen maddi imkansızlıklar yüzünden uygulanamamıştır.

Biz, dün, zaten bu noktadaydık.
Bugün neredeyiz ve neden oradayız?
Saygılarımla.

12 Nisan 2017 Çarşamba

Ölümsüz İnsanlar


“Ben Cavit Cav, olimpiyatlara katılan milli atlet, Türkiye Cumhuriyeti’nin büyük sanayicilerinden, buradayım ve biliyorum çok ömrüm kalmadı. Bu yataktan kalkamayacağım. Bedenimi bu ülkenin bilimi aydınlansın diye, gençler öğrensin diye kadavra olarak bağışlıyorum.”

1905 yılında Selanik'te doğdu. 1913’te Balkan Savaşı’nda İstanbul’a göç etmek zorunda kalan sayısız aileden birinin çocuğuydu.

İstanbul’a ilk geldiği zamanlarda maydanoz satarak kazandığı para ile bitpazarından, Selanik’ten de aşina olduğu ilk bisikletini aldı. Sultanahmet’te bisikletini kiralayarak harçlığını çıkartmaya başlayınca aynı zamanda da İstanbul’daki kiralık bisiklet furyasını bu vesileyle başlatmış oldu. Kiraladığı bisikleti, ekmek teknesi kırılınca, bu sefer de kendi başına bisiklet tamirini öğrendi. Birkaç yıl sonra da bu meziyeti sayesinde Sultanahmet Sanat Okulu’na burslu olarak kabul edildi ve eğitimini tamamladı.
Oradan kazandığı parayla da filosuna üç yeni bisiklet ekleyerek bisiklet kiralamaya devam etti ve işini büyüterek Laleli’de ilk bisiklet tamircisini açtı.

Cumhuriyetin kuruluşu ve Türkiye'de bisiklet sporunun dünya standartlarına uygun bir şekilde icra edilmeye başlanmasıyla birlikte, 1924 yılında ilk kez  düzenlenen İstanbul Şampiyonası'nda birinci olduğu gibi, "sürat" ve "dayanıklılık" olmak üzere iki kategoride düzenlenen Türkiye Şampiyonası'nda her iki kategoride de birinci oldu ve bu başarısını 1932'ye dek sürdürdü.
1925 yılında İstanbul-Konya arasında düzenlenen, daha sonra diğer illerin de dahil edildiği maraton yarışlarını da birinci bitirdi.
1927 yılında Bulgaristan ile yapılan ikili müsabakalarda ilk kez milli formayı giydi.
1928 yılında bu defa Amsterdam'da düzenlenen Olimpiyat Oyunları'na katıldı ve 1000 metre yarışında 16'ncı, 4.000 metre takım yarışında ise dokuzuncu sırada yer aldı.

Cavit Cav, yaşı ve formu itibariyle kendini 30’lu yıllarda sportif anlamda geriye çekmek zorunda kalsa da, bisiklet tutkusundan hiçbir zaman vazgeçmedi. Çocuk bisikletleri üretmeye devam ederken, Cav’ın kendi çocuğuna yaptığı bebek arabasından haberdar olan Kazım Karabekir’in ricası üzerine, ilk yerli bebek arabasını da yine Karabekir’in ikizleri için yaptı.
Ardından felçli bir çocuğa yaptığı tekerlekli sandalye ile de Türkiye’nin ilk yerli tekerlekli sandalyesini üretti.

1950'li yıllardan itibaren değişen hükümet ve soğuk savaş politikalarının yerli üretime olan güveni azaltmış, ithalatı özendirmiş olmasına rağmen Cav, 1961 yılında Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk büyük bisiklet fabrikasını kurmuş ve yüklü miktarda borca girmek zorunda kalmıştı.
Zamanla her şeyini kaybetmeye başlayan Cav, ayakta kalmak için yine muhteşem bir girişimcilik örneği göstererek, günümüzde de halen kullanılan tekerlekli çöp konteynerlerini icat edip üretmeye başladı. Ancak borçlarını bir türlü ödeyemeyen Cav'ın 1968 yılında mahkemece iflasına karar verildi.

Bu değerli sporcu Ankara 'da 1982 yılındaki ölümünden sonra bedenini Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi 'ne bağışlamış, günümüzde iskeleti, okulun anatomi sınıflarından birinde koruma altındadır.

Türkiye, nereden nereye geldiğini asla unutmamalı, vefasızlık etmemelidir.
Allah rahmet eylesin. Nur içinde yatsın. Saygılarımla.

7 Mart 2017 Salı

Türk Kadını



İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan mürekkeptir. 
Kabil midir ki, bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünlüğü ilerleyebilsin. 
Mümkün müdür ki, bir cismin yarısı toprağa zincirlerle bağlı kaldıkça öteki kısmı göklere yükselebilsin?
                                                           Gazi Mustafa Kemal Atatürk 




Sizlerle gurur duyuyoruz.
Dünya Kadınlar Günü kutlu olsun.

18 Şubat 2017 Cumartesi

Lozan'da, Çanakkale, İngilizlere Satıldı Yalanı




İngilizler, I’nci Dünya Savaşı sona erdiğinde savaş kayıplarının mezarları hakkında bir çalışma başlattı ve bu konuyu 1920 tarihli Sevr anlaşmasının 218 - 225 maddeleri içine dahil ederek;
“İtilaf devletlerine ait mezarlıkların bulunduğu arazilerin mülkiyet hakkının da İtilaf devletlerine bırakılmasını” sağladı.
Aynı husus, Lozan görüşmeleri esnasında 8 Aralık 1922 tarihli oturumda, Lord Curzon tarafından “Gelibolu’daki İtilaf devletlerine ait mezarlıkların kendileri için kutsal olduğu” şeklinde dile getirilmiş ve devamında kendisi;
“……Biz savaş sırasında ölen kahraman askerlerimizin ve denizcilerimizin Türk ülkesinin çeşitli yerlerinde bulunan mezarlarını kapsayan toprakların, mülkiyetiyle birlikte müttefiklere verilmesini istemek zorundayız….”şeklinde açıklamada bulunmuştur.
(Seha L. Meray; Lozan Barış Konferansı; c.1, M.1, İstanbul, 1993, s. 175) 

İsmet Paşa ise;
“Mezarlıklara saygı duymanın Türklerin geleneğinde olduğunu söylemiş, ancak Gelibolu’daki İngiliz mezarlıklarının mülkiyet hakkıyla beraber İngilizlere verilmesini kabul edilebilir bir istek olmadığını” ifade etmiştir.

Ardından söz alan Fransız delegesi  M. Barrere;
“Suriye’deki Süleyman Şah türbesinin bulunduğu araziyi Türklere vererek jest yaptıklarını, aynı jesti Türklerden beklediklerini” söylemiştir.

27 Ocak günü yapılan görüşmelerde İsmet Paşa bir kez daha;
“Mezarlıklara saygı duymanın bir Türk geleneği olduğunu, ancak bu arazilerin mülkiyetinin İtilaf devletlerine verilmesini kabul edemeyeceklerini” açıklamış ve konuşmasının devamında;
”…Bu mezarlıkların genişliği ve yüzölçümünü saptarken, bunu, Mezarlıklar Komisyonu’ndaki Türk üyenin de uygun bulmuş olması kesin olarak zorunludur. Sonradan öne sürülecek itirazlar üzerine, ayrılmış bu toprak parçasının gerektiğinden daha geniş olduğu anlaşılırsa, Türk Temsilci Heyeti, artan toprak parçasının, mezarların yerlerini değiştirmeye kalkışmadan, geri verilmesi gerektiği düşüncesindedir. Mütarekeden bu yana Müttefikler’in askeri işgali altında bulunmuş bir bölgede, ölülerin kalıntılarının henüz bir araya toplanmamış olması mümkün değildir…” demiştir.
(Seha L. Meray; Lozan Barış Konferansı c I, K.II, s.9) 

Görüşmelerin ilerleyen bölümlerinde İngilizler, "Anzak mezarlıklarının da kendilerine verilmesini" istemiş, gerekçesini ise şöyle açıklamıştır;
“….Bu insanlar, en yüksek bir yurtseverlik duygusuyla, ülkülerin en soylusu uğrunda savaşmak üzere, dünyanın en uzak yerlerinden gelmişlerdir. Bu ölülerin huzur ve saygı içinde yatmalarına izin vermek mümkün olmayacak mıdır? Söz konusu toprak şeridi 4,5 km uzunluğunda ve 1,5 km genişliğinde çorak bir toprak parçasıdır. 
Bugün bu toprak parçasında 19 mezarlık vardır. Bu mezarlıkların arasında bulunan ve yarı dolmuş ya da olduğu gibi duran siper kalıntılarından oluşmuş toprak parçasının her yanında kimlikleri belirsiz başka asker ölüleri de yatmaktadır. Bu bölgede kimse oturmamaktadır. Ekili bir toprak da değildir. Bu toprak parçasının ne Türk Hükümeti ne de herhangi bir kimse için değeri vardır. Fakat oğulları ve kardeşleri orada yatmakta olan Avustralyalılar ve Yeni Zelandalılar için, bu toprak parçası, tarih ve duygu yönünden çok derin bir anlam taşımaktadır….”(Seha L. Meray; Lozan Barış Konferansı c I, K.II, s.10)

Bu konu yetmezmiş gibi İngilizler, Lozan’dan önce “Gelibolu’da yapılan  anıtlara da dokunulmamasını” istemiştir.

Türk tarafı ise;
“Lozan’dan önce dikilen anıtların tekrardan düzenlenmesini ve mezarların toplu halde bir yerde toplanarak tekrar bir anıt yapılmasını” istemiştir.

Lord Curzon, Türk tarafının bu isteğine;
“……Gelibolu yarımadasında savaşarak binlerce ölü veren İngiliz İmparatorluğu’nun çeşitli bölümlerini temsil etmek üzere kurulmuş İmparatorluk Savaş Mezarları Komisyonu, çeşitli savaş alanlarında can vermiş İngiliz İmparatorluğu askerlerinin kalıntılarını mezarlarda toplamak gibi genel bir amaçla, şimdiden, büyük paralar harcamış bulunmaktadır…..” şeklinde karşılık vermiştir.
(Seha L. Meray; Lozan Barış Konferansı c I, K.II, s.10) 

Görüşmelerde İsmet Paşa’nın Curzon’a verdiği tarihi cevap ise şöyledir:
“…..Bugüne kadar, savaş alanlarını kutsallaştırarak onlara sahip çıkma yolu bilinmemekteydi. Bu hesaba göre, Türkiye dışında kalan, uçsuz bucaksız pek çok savaş alanlarında kanlarını dökmüş olan Türkler, daha da meşru olarak, böyle istemlerde bulunabileceklerdir. Fakat, bunun, mezarlar konusuyla hiçbir ilgisi olmadığını anlamaktan daha kolay hiçbir şey yoktur. Lord Curzon’un istemekte olduğu toprak parçası bir mezarlık değil, fakat Çanakkale savaşları sırasında askeri hareketler için temel olarak kullanılan ve her zaman böyle bir amaçla kullanılabilecek bir toprak şerididir…” (Seha L. Meray; Lozan Barış Konferansı c I, K.II, s.13)

“Mezarlıklar meselesi” nihayet 31 Ocak 1923 tarihinde karşılıklı anlaşma ile karara bağlanarak Lozan anlaşmasının 124 -136’ncı maddeleri arasındaki yerini almıştır.

Lozan Antlaşması madde 128;

”Türkiye Hükümeti, Britanya İmparatorluğu, Fransa ve İtalya Hükümetlerine karşı kendi toprakları üzerinde savaş alanında ya da yaralama, kaza, ya da hastalık sonucu ölmüş olan kara ve deniz askerleri ile tutsak iken ölen savaş tutsakları ve sivil tutukluların mezarları, mezarlıkları, toplu ceset çukurları ve adlarına dikilmiş anıtlarının üzerinde bulunduğu arsaları o devletlere ayrı ayrı ve süresiz olarak bırakmağı yükümlenir.
Bundan başka söz konusu mezarlara, mezarlıklara, toplu ceset çukurlarına ve anıtlara serbestçe girilmesine ve gerekiyorsa, cadde ve yolların yapılmasına izin vermeği yükümlenir.
Yunan Hükümeti, kendi topraklarına ilişkin .olarak, özdeş yükümlülükleri üstlenir.
Yukarıdaki hükümler, verilen arsalarda Türk egemenliğini ya da, duruma göre, Yunan egemenliğini zedelemez. ”

Gelibolu’daki anıt mezarların bulunduğu arazilerin hangi şartlarda süresiz bırakılacağı ise 4 Şubat 1923'te hazırlanan “Anzac (Arıburnu) Arazisi diye Anılan Toprak Parçasından Yararlanma Şartları’‘ başlığı altında açıklanmış ve Lozan’ın 129'ncu maddesine eklenmiştir.

Eklenen sekiz alt madde şunlardır;

Bu arsalar, işbu Andlaşma ile belirlenen kullanma amacından başka bir biçimde kullanılmayacak; böylece hiç bir askersel ya da ticarî amaçla ya da verilmesine neden olan yukarıda belirli amaca aykırı, başkaca hiç bir amaçla kullanılmayacaktır.
Türkiye Hükümeti, mezarlıklarla birlikte, söz konusu arsaları her zaman denetlemek hakkına sahip bulunacaktır.
Mezarlıkların korunmasında sivil bekçilerin sayısı, her mezarlık için bir bekçiyi geçmeyecektir. Mezarlıkların dışındaki arsalar için özel bekçiler olmayacaktır.
Söz konusu arsalarda, mezarlıkların gerek içinde, gerek dışında, bekçiler için zorunlu konutlardan başka hiç bir konut yapılmayacaktır.
Söz konusu arsaların deniz kıyısı üzerinde, kişi ve inal indirip bindirmeğe yararlı hiç bir rıhtım, mendirek, ya da iskele yapılmayacaktır.
Gerekli tüm resmî işlemler yalnız Boğazların iç kıyılarında yapılabilecek ve arsalara ancak bu işlemlerin yapılmasından sonra girilebilecektir. Türk Hükümeti, olanaklı bulunduğu ölçüde, kolay olması gereken bu işlemlerin, işbu Maddenin öteki hükümleri zedelenmemek koşulu ile, Türkiye’ye giden başka yabancılar için konulmuş işlemlerden daha zor olmamasını ve her türlü yersiz gecikmeyi önleyici biçimde yapılmasını kabul eder.
Söz konusu yerleri ziyaret etmek isteyen kişiler silâhlı olmayacaklardır. Türk Hükümeti işbu kesin yasaklamanın, uygulanmasını izlemek hakkına sahip bulunacaktır.
150 kişiden fazla olan her ziyaretçi kafilesinin varışından en az bir hafta önce Türk Hükümetine bilgi verilmesi gerekecektir.

İngilizler, anıt mezarların bulunduğu arsaların mezarlık dışında hiçbir ticari ve askeri amaçla kullanamayacağını da anlaşmanın 131. maddesinde de ayrıca kabul etmiştir.

Lozan Antlaşması madde 131;

”Kendilerine arsa ayrılan Hükümetler, işbu toprakları yukarıda öngörüldüğünden başka biçimde kullanmamağı ve kullanmağa izin vermemeği yükümlenir. Söz konusu arsalar deniz kıyısında bulunuyorsa, kıyı toprakları verildiği Hükümetlerce her hangi bir kara ve deniz gücü için ya da ticaret amacıyla kullanılmayacaktır. Üzerinde mezarlar ve mezarlıklar yapılmasından vazgeçilecek ve anıt dikilmesi için kullanılmayacak topraklar yine Türk ya da, duruma göre Yunan Hükümetine kalacaktır.”

Kısacası Gelibolu’daki İngiliz ve diğer yabancı ülkelerin anıt mezarlıkları tamamen Türkiye’nin denetimi altında ve mezarlık dışında herhangi bir amaçla kullanılması yasak olan arazilerdir. Daha net ifade etmek gerekirse bu topraklar bizim kontrolümüzde olan mezarlıklardan başka bir şey değildir. 

Bir soru daha soralım… 
İngilizler ve diğer İtilaf devletleri mezarlıklar konusunda tek taraflı hakka sahip midirler?
Bu husus da Lozan anlaşmasının 136’ncı maddesinde;
“128'nci maddede İtilaf devletlerine tanınan hakkın aynısı Türkiye’ye tanınmıştır.” şeklinde düzenlenmiştir.

Antlaşmanın ilgili maddesinin tam metni ise şöyledir;
”Britanya, Fransa ve İtalya Hükümetleri, Türkiye’den ayrılan topraklarda bulunanlarla kendi Hükümetlerine bağlı topraklarda gömülü Türk kara ve deniz askerleri için mezarlar, mezarlıklar, toplu ceset çukurları ve anıtlar kurulması için 128. Madde ile 130. uncudan 135. inciye dek olan Maddeler hükümlerinden yararlanmak hakkını Türkiye Hükümetine tanımayı yükümlenirler.”

Anlaşmanın imzalanmasından sonra 23 Ağustos 1923 tarihli Meclis oturumunda İsmet Paşa;
”Mezarlıklara ait vaz’edilen ahkâm ise hâkimiyet ve mevcudiyet noktai nazarından mucibi endişe olmıyan bir mahiyettedir. Bunu muhtelif memleketler birbirinin arazisinde yapmışlardır. Ve bizim tarihimizde ve ananatımızda vardır. Bilirsiniz İstanbul’da İngiliz mezarlığı vardır. Her hangi bir suretle bu mezarlıkların bizim mevcudiyetimiz için bir tehlike teşkil edeceğini zannetmek mâkul değildir ve hiçbir sebep yoktur.
Muharebe meydanlarında ve Osmanlı İmparatorluğunun aksamı üzerinde bıraktığımız yerlerde bizim de aynı suretle mezarlık tesis ederek eslâfimiza hürmetimizi ve şükranımızı sureti daimede ifa etmek hakkımız vardır.” diyerek konuyu sonlandırmıştır.
(TBMM Zabıt Cerideleri Cilt: 1 Devre:1, Sene:4 İçtima:9 s.275) 

Saygılarımla.

17 Şubat 2017 Cuma

Türk Sineması



YEŞİLÇAM'IN KIYMETLİ SANATÇILARI, EMEKÇİLERİ,


HEPİNİZ, HEPİMİZDİNİZ.



SİZLERİ ÇOK SEVDİK VE ASLA UNUTMAYACAĞIZ.


YAŞAYANLARA SAĞLIKLI VE MUTLU GÜNLER, VEFAT EDENLERE ALLAH'TAN RAHMET DİLİYORUM.


12 Şubat 2017 Pazar

Ülkeden Kaçış ve Sonrası



(Fotoğraf temsilen kullanılmıştır)

Vahideddin, 6 Kasım 1922'de İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold ve Baştercüman Ryan'ı kabul ederek bir görüşme yapmış ve üç saat süren bu görüşmede; 

"Yakın bir tehlikenin vukuu halinde şahsının korunmasına yönelik İngiliz makamlarınca 1920 yılında verilen sözü hatırlatmış, kendisini güvenli bir yere götürüp götüremeyeceklerini, götüreceklerse bunun Mısır veya Kıbrıs'tan hangisi olacağını sormuştur."
Bu soruya, İngilizler;
"Mısır dışında her yere ve refakatinde 10-15 mevcutla götürülebileceği" cevabını vermişler ve ilerleyen zamanda da İngiltere Dış İşleri Bakanlığından Ronald Lindsay, Müsteşar Crow ve Lord Curzon da kendi aralarında  Padişahın "Halife" unvanından İngiltere lehine nasıl faydalanılabileceğini tartışmaya başlamışlardır.
Ancak, tartışma öncesi de sonrası da hepsinin ortak kanaati, "Padişahın İngiltere'ye gelmesinin mümkün olmadığı" yönünde idi.   

Daha sonra yaşanan gelişmeler üzerine Vahideddin, 17 Kasım 1922 Cuma sabahı, oğlu, hanımları, doktoru, müzik hocası, baş mabeyncisi ve iki musahibi, yaveri ile İngiliz "Malaya" Savaş gemisine alınmış, Malta'ya götürülmüştür.



Ülkesinden kaçarak İngilizlere sığınmasını Hz. Muhammed'in hicretine benzeten Vahideddin,
" Müvekkil-i Zişan(Şanlı, şerefli) olduğum Peygamberin hicret sünnetini izledim."  diyebilecek kadar da Peygamber Efendimiz'e saygısız olabilmiştir.  

Vahideddin’in ülkeden ayrılırken ve yaşadığı sürece genel olarak maddi durumu şöyle idi;
1. Ağabeyi Sultan Reşat'tan devir olan 20.000 altın ödenekten kalan miktar,
2. Yıllık 50.000 lira olarak ödenen ziyafet ve seyahat ödeneğinden kalan miktar, 
3. Saltanat mülklerinden gelen gelirler,
4. Aylık maaşı,
5. Yanında götürdüğü nakit para ( her kaynakta farklı ifade edilmekle birlikte 3.000-50.000 lira arasında olduğu söylenen) dışında, Tütüncübaşı Şükrü Bey’in beyanlarına göre ilave 23.000 altın, 
6. İstanbul'daki Milli Banka'dan (Natıonal Bank) British Corparation'a nakledilen 20.000 sterlin, 
7. Chronicle Ajansının 25 Kasım 1922 tarihli haberine göre; Osmanlı Bankasına yatırılan 75.000 lira ile aynı bankada muhafaza edilen mücevherlerine karşılık nakit olarak aldığı 50.000 lira,
8. Mediha Sultan ve Kral Hüseyin'den alınan nakdi  yardımlar.

Vahideddin’in ülkeden ayrılırken geride bıraktığı bazı kıymetli malları, 
- Hem töre gereği sarayda bırakması gerektiğini biliyor olması,
- Hem ABD Başkanına;
" Bu süresiz uzaklaşmanın,  babadan kalma sahip olduğum Saltanat ve Halife makamından vazgeçtiğim anlamına gelmeyeceği açıktır."  şeklinde yazdığı mektubunda belirttiği üzere "bir gün geri döneceği ümidini taşıması",
- Hem de Refet Paşa'nın İzmir kurtarıldıktan sonra gelip İstanbul'u teslim alması sonrası uygulanan sıkı güvenlik tedbirleri sebebi ile götüremediği unutulmamalıdır.

Görüldüğü üzere , Vahideddin ülkeden kaçarken parasız pulsuz değildi.


Vahideddin’in paraya olan düşkünlüğü II'nci Abdülhamit'in kızı Şadiye Osmanoğlu'nun beyanlarında da açık olarak yer almıştır. 
Ülke dışında kaldığı sürece de harcamalarını endişe duymadan kesintisiz sürdürmüştür.


(Magnoli Villasının bugünkü hali)

En son kaldığı İtalya'daki ki Magnoli ( Manolya) Villasının yıllık kirası 600 İngiliz lirasıdır. Villa, o dönem itibari ile içinde portakal, limon ve diğer bir kısım ağaçların bulunduğu 15 dönüm kadar bir bahçeye sahip muhteşem bir kasırdı. Bu villada, İstanbul'dan gelen kadınefendileri, hazinedar ustaları, muhasipler, yaverler ve esvapçıbaşından, ibriktarbaşı ile tüm kadro kurulmuş, bütün teşrifat ve merasim usulleri korunmuştur.

Bu kasrın karşısında ise Yaver Zeki Bey'in kaldığı küçük bir köşk daha vardı. Burası, dominyonlarda görevli zengin ve hakim-i mutlak İngiliz sömürgecilerine parmak ısıtacak bir refah ve konfor içinde idi.
Günler, Yaver Zeki Bey ve beraberindekilerin iştirak ettiği ve özellikle ikinci musahib Mazhar Ağa ve Tütüncübaşı Şükrü Bey'in sakızlı mastika ve düz rakının müptelası oldukları içki alemleri ile geçmektedir.
Kasır dışında ise yine Yaver Zeki Bey ile Tütüncübaşı Şükrü Bey'in San Remo gece hayatında meyhane ve pavyonlara olan düşkünlüğü herkesin dikkatini çekiyordu.
Üçüncü Musahip Hayrettin Ağa'nın da onlardan aşağı kalır yanı yoktu.
İşte bu kontrolsüz harcamalar şatafatlı yaşamın da sonunu getiriyordu.

Vahideddin’in servetini tüketen diğer bir husus da;
"Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk'e karşı hıyanet projelerine destek vermeye devam etmesidir." 
Bu düşüncede olan Vehip Paşa, Gümülcineli İsmail, eski İç İşleri Bakanı Mehmet Ali Bey Vahideddin’i farklı zamanlarda ziyaret ederek para talep etmişler, kendisi de bu işe destek olmak üzere 2.000 İngiliz sterlini ödeme yapmıştır.
Ayrıca bir Yunan Albay'ı ile kendisini ziyarete gelip aynı maksada yönelik destek isteyen Mevlanzade Rıfat'a da parasal yardımda bulunduğu ve hatta kurdurduğu Tarikat-ı Selahiye isimli örgüte de oğlu Ertuğrul Efendi'nin öğrenimi için ayırdığı   5.000 lirayı verdiği bilinmektedir.

Vahideddin'in bununla da kalmayarak, orijinali ABD Ulusal Arşivinde 86700/1788 numaraya kayıtlı ABD Başkanı'na hitaben yazdığı mektubu ile istediği destek utanç vericidir.



(Suriye'nin başkenti Şam'daki Sultan Selim camisinin bahçesi)



İşte, bunlara benzer bir çok olayın baş aktörü olan ve 15-16 Mayıs 1926 gecesi kalp krizinden vefat eden Sultan Vahideddin'in cenazesi, 120.000 lira borçlu olduğu gerekçesiyle İtalyanlarca haciz edilerek bir ay süresince evde tutulmuş, daha sonra kızı Sabiha Sultan'ın parayı ödemesi üzerine teslim alınarak Şam'a defnedilmiştir. 
Saygılarımla.