18 Şubat 2017 Cumartesi

Lozan'da, Çanakkale, İngilizlere Satıldı Yalanı




İngilizler, I’nci Dünya Savaşı sona erdiğinde savaş kayıplarının mezarları hakkında bir çalışma başlattı ve bu konuyu 1920 tarihli Sevr anlaşmasının 218 - 225 maddeleri içine dahil ederek;
“İtilaf devletlerine ait mezarlıkların bulunduğu arazilerin mülkiyet hakkının da İtilaf devletlerine bırakılmasını” sağladı.
Aynı husus, Lozan görüşmeleri esnasında 8 Aralık 1922 tarihli oturumda, Lord Curzon tarafından “Gelibolu’daki İtilaf devletlerine ait mezarlıkların kendileri için kutsal olduğu” şeklinde dile getirilmiş ve devamında kendisi;
“……Biz savaş sırasında ölen kahraman askerlerimizin ve denizcilerimizin Türk ülkesinin çeşitli yerlerinde bulunan mezarlarını kapsayan toprakların, mülkiyetiyle birlikte müttefiklere verilmesini istemek zorundayız….”şeklinde açıklamada bulunmuştur.
(Seha L. Meray; Lozan Barış Konferansı; c.1, M.1, İstanbul, 1993, s. 175) 

İsmet Paşa ise;
“Mezarlıklara saygı duymanın Türklerin geleneğinde olduğunu söylemiş, ancak Gelibolu’daki İngiliz mezarlıklarının mülkiyet hakkıyla beraber İngilizlere verilmesini kabul edilebilir bir istek olmadığını” ifade etmiştir.

Ardından söz alan Fransız delegesi  M. Barrere;
“Suriye’deki Süleyman Şah türbesinin bulunduğu araziyi Türklere vererek jest yaptıklarını, aynı jesti Türklerden beklediklerini” söylemiştir.

27 Ocak günü yapılan görüşmelerde İsmet Paşa bir kez daha;
“Mezarlıklara saygı duymanın bir Türk geleneği olduğunu, ancak bu arazilerin mülkiyetinin İtilaf devletlerine verilmesini kabul edemeyeceklerini” açıklamış ve konuşmasının devamında;
”…Bu mezarlıkların genişliği ve yüzölçümünü saptarken, bunu, Mezarlıklar Komisyonu’ndaki Türk üyenin de uygun bulmuş olması kesin olarak zorunludur. Sonradan öne sürülecek itirazlar üzerine, ayrılmış bu toprak parçasının gerektiğinden daha geniş olduğu anlaşılırsa, Türk Temsilci Heyeti, artan toprak parçasının, mezarların yerlerini değiştirmeye kalkışmadan, geri verilmesi gerektiği düşüncesindedir. Mütarekeden bu yana Müttefikler’in askeri işgali altında bulunmuş bir bölgede, ölülerin kalıntılarının henüz bir araya toplanmamış olması mümkün değildir…” demiştir.
(Seha L. Meray; Lozan Barış Konferansı c I, K.II, s.9) 

Görüşmelerin ilerleyen bölümlerinde İngilizler, "Anzak mezarlıklarının da kendilerine verilmesini" istemiş, gerekçesini ise şöyle açıklamıştır;
“….Bu insanlar, en yüksek bir yurtseverlik duygusuyla, ülkülerin en soylusu uğrunda savaşmak üzere, dünyanın en uzak yerlerinden gelmişlerdir. Bu ölülerin huzur ve saygı içinde yatmalarına izin vermek mümkün olmayacak mıdır? Söz konusu toprak şeridi 4,5 km uzunluğunda ve 1,5 km genişliğinde çorak bir toprak parçasıdır. 
Bugün bu toprak parçasında 19 mezarlık vardır. Bu mezarlıkların arasında bulunan ve yarı dolmuş ya da olduğu gibi duran siper kalıntılarından oluşmuş toprak parçasının her yanında kimlikleri belirsiz başka asker ölüleri de yatmaktadır. Bu bölgede kimse oturmamaktadır. Ekili bir toprak da değildir. Bu toprak parçasının ne Türk Hükümeti ne de herhangi bir kimse için değeri vardır. Fakat oğulları ve kardeşleri orada yatmakta olan Avustralyalılar ve Yeni Zelandalılar için, bu toprak parçası, tarih ve duygu yönünden çok derin bir anlam taşımaktadır….”(Seha L. Meray; Lozan Barış Konferansı c I, K.II, s.10)

Bu konu yetmezmiş gibi İngilizler, Lozan’dan önce “Gelibolu’da yapılan  anıtlara da dokunulmamasını” istemiştir.

Türk tarafı ise;
“Lozan’dan önce dikilen anıtların tekrardan düzenlenmesini ve mezarların toplu halde bir yerde toplanarak tekrar bir anıt yapılmasını” istemiştir.

Lord Curzon, Türk tarafının bu isteğine;
“……Gelibolu yarımadasında savaşarak binlerce ölü veren İngiliz İmparatorluğu’nun çeşitli bölümlerini temsil etmek üzere kurulmuş İmparatorluk Savaş Mezarları Komisyonu, çeşitli savaş alanlarında can vermiş İngiliz İmparatorluğu askerlerinin kalıntılarını mezarlarda toplamak gibi genel bir amaçla, şimdiden, büyük paralar harcamış bulunmaktadır…..” şeklinde karşılık vermiştir.
(Seha L. Meray; Lozan Barış Konferansı c I, K.II, s.10) 

Görüşmelerde İsmet Paşa’nın Curzon’a verdiği tarihi cevap ise şöyledir:
“…..Bugüne kadar, savaş alanlarını kutsallaştırarak onlara sahip çıkma yolu bilinmemekteydi. Bu hesaba göre, Türkiye dışında kalan, uçsuz bucaksız pek çok savaş alanlarında kanlarını dökmüş olan Türkler, daha da meşru olarak, böyle istemlerde bulunabileceklerdir. Fakat, bunun, mezarlar konusuyla hiçbir ilgisi olmadığını anlamaktan daha kolay hiçbir şey yoktur. Lord Curzon’un istemekte olduğu toprak parçası bir mezarlık değil, fakat Çanakkale savaşları sırasında askeri hareketler için temel olarak kullanılan ve her zaman böyle bir amaçla kullanılabilecek bir toprak şerididir…” (Seha L. Meray; Lozan Barış Konferansı c I, K.II, s.13)

“Mezarlıklar meselesi” nihayet 31 Ocak 1923 tarihinde karşılıklı anlaşma ile karara bağlanarak Lozan anlaşmasının 124 -136’ncı maddeleri arasındaki yerini almıştır.

Lozan Antlaşması madde 128;

”Türkiye Hükümeti, Britanya İmparatorluğu, Fransa ve İtalya Hükümetlerine karşı kendi toprakları üzerinde savaş alanında ya da yaralama, kaza, ya da hastalık sonucu ölmüş olan kara ve deniz askerleri ile tutsak iken ölen savaş tutsakları ve sivil tutukluların mezarları, mezarlıkları, toplu ceset çukurları ve adlarına dikilmiş anıtlarının üzerinde bulunduğu arsaları o devletlere ayrı ayrı ve süresiz olarak bırakmağı yükümlenir.
Bundan başka söz konusu mezarlara, mezarlıklara, toplu ceset çukurlarına ve anıtlara serbestçe girilmesine ve gerekiyorsa, cadde ve yolların yapılmasına izin vermeği yükümlenir.
Yunan Hükümeti, kendi topraklarına ilişkin .olarak, özdeş yükümlülükleri üstlenir.
Yukarıdaki hükümler, verilen arsalarda Türk egemenliğini ya da, duruma göre, Yunan egemenliğini zedelemez. ”

Gelibolu’daki anıt mezarların bulunduğu arazilerin hangi şartlarda süresiz bırakılacağı ise 4 Şubat 1923'te hazırlanan “Anzac (Arıburnu) Arazisi diye Anılan Toprak Parçasından Yararlanma Şartları’‘ başlığı altında açıklanmış ve Lozan’ın 129'ncu maddesine eklenmiştir.

Eklenen sekiz alt madde şunlardır;

Bu arsalar, işbu Andlaşma ile belirlenen kullanma amacından başka bir biçimde kullanılmayacak; böylece hiç bir askersel ya da ticarî amaçla ya da verilmesine neden olan yukarıda belirli amaca aykırı, başkaca hiç bir amaçla kullanılmayacaktır.
Türkiye Hükümeti, mezarlıklarla birlikte, söz konusu arsaları her zaman denetlemek hakkına sahip bulunacaktır.
Mezarlıkların korunmasında sivil bekçilerin sayısı, her mezarlık için bir bekçiyi geçmeyecektir. Mezarlıkların dışındaki arsalar için özel bekçiler olmayacaktır.
Söz konusu arsalarda, mezarlıkların gerek içinde, gerek dışında, bekçiler için zorunlu konutlardan başka hiç bir konut yapılmayacaktır.
Söz konusu arsaların deniz kıyısı üzerinde, kişi ve inal indirip bindirmeğe yararlı hiç bir rıhtım, mendirek, ya da iskele yapılmayacaktır.
Gerekli tüm resmî işlemler yalnız Boğazların iç kıyılarında yapılabilecek ve arsalara ancak bu işlemlerin yapılmasından sonra girilebilecektir. Türk Hükümeti, olanaklı bulunduğu ölçüde, kolay olması gereken bu işlemlerin, işbu Maddenin öteki hükümleri zedelenmemek koşulu ile, Türkiye’ye giden başka yabancılar için konulmuş işlemlerden daha zor olmamasını ve her türlü yersiz gecikmeyi önleyici biçimde yapılmasını kabul eder.
Söz konusu yerleri ziyaret etmek isteyen kişiler silâhlı olmayacaklardır. Türk Hükümeti işbu kesin yasaklamanın, uygulanmasını izlemek hakkına sahip bulunacaktır.
150 kişiden fazla olan her ziyaretçi kafilesinin varışından en az bir hafta önce Türk Hükümetine bilgi verilmesi gerekecektir.

İngilizler, anıt mezarların bulunduğu arsaların mezarlık dışında hiçbir ticari ve askeri amaçla kullanamayacağını da anlaşmanın 131. maddesinde de ayrıca kabul etmiştir.

Lozan Antlaşması madde 131;

”Kendilerine arsa ayrılan Hükümetler, işbu toprakları yukarıda öngörüldüğünden başka biçimde kullanmamağı ve kullanmağa izin vermemeği yükümlenir. Söz konusu arsalar deniz kıyısında bulunuyorsa, kıyı toprakları verildiği Hükümetlerce her hangi bir kara ve deniz gücü için ya da ticaret amacıyla kullanılmayacaktır. Üzerinde mezarlar ve mezarlıklar yapılmasından vazgeçilecek ve anıt dikilmesi için kullanılmayacak topraklar yine Türk ya da, duruma göre Yunan Hükümetine kalacaktır.”

Kısacası Gelibolu’daki İngiliz ve diğer yabancı ülkelerin anıt mezarlıkları tamamen Türkiye’nin denetimi altında ve mezarlık dışında herhangi bir amaçla kullanılması yasak olan arazilerdir. Daha net ifade etmek gerekirse bu topraklar bizim kontrolümüzde olan mezarlıklardan başka bir şey değildir. 

Bir soru daha soralım… 
İngilizler ve diğer İtilaf devletleri mezarlıklar konusunda tek taraflı hakka sahip midirler?
Bu husus da Lozan anlaşmasının 136’ncı maddesinde;
“128'nci maddede İtilaf devletlerine tanınan hakkın aynısı Türkiye’ye tanınmıştır.” şeklinde düzenlenmiştir.

Antlaşmanın ilgili maddesinin tam metni ise şöyledir;
”Britanya, Fransa ve İtalya Hükümetleri, Türkiye’den ayrılan topraklarda bulunanlarla kendi Hükümetlerine bağlı topraklarda gömülü Türk kara ve deniz askerleri için mezarlar, mezarlıklar, toplu ceset çukurları ve anıtlar kurulması için 128. Madde ile 130. uncudan 135. inciye dek olan Maddeler hükümlerinden yararlanmak hakkını Türkiye Hükümetine tanımayı yükümlenirler.”

Anlaşmanın imzalanmasından sonra 23 Ağustos 1923 tarihli Meclis oturumunda İsmet Paşa;
”Mezarlıklara ait vaz’edilen ahkâm ise hâkimiyet ve mevcudiyet noktai nazarından mucibi endişe olmıyan bir mahiyettedir. Bunu muhtelif memleketler birbirinin arazisinde yapmışlardır. Ve bizim tarihimizde ve ananatımızda vardır. Bilirsiniz İstanbul’da İngiliz mezarlığı vardır. Her hangi bir suretle bu mezarlıkların bizim mevcudiyetimiz için bir tehlike teşkil edeceğini zannetmek mâkul değildir ve hiçbir sebep yoktur.
Muharebe meydanlarında ve Osmanlı İmparatorluğunun aksamı üzerinde bıraktığımız yerlerde bizim de aynı suretle mezarlık tesis ederek eslâfimiza hürmetimizi ve şükranımızı sureti daimede ifa etmek hakkımız vardır.” diyerek konuyu sonlandırmıştır.
(TBMM Zabıt Cerideleri Cilt: 1 Devre:1, Sene:4 İçtima:9 s.275) 

Saygılarımla.

17 Şubat 2017 Cuma

Türk Sineması



YEŞİLÇAM'IN KIYMETLİ SANATÇILARI, EMEKÇİLERİ,


HEPİNİZ, HEPİMİZDİNİZ.



SİZLERİ ÇOK SEVDİK VE ASLA UNUTMAYACAĞIZ.


YAŞAYANLARA SAĞLIKLI VE MUTLU GÜNLER, VEFAT EDENLERE ALLAH'TAN RAHMET DİLİYORUM.


12 Şubat 2017 Pazar

Ülkeden Kaçış ve Sonrası



(Fotoğraf temsilen kullanılmıştır)

Vahideddin, 6 Kasım 1922'de İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold ve Baştercüman Ryan'ı kabul ederek bir görüşme yapmış ve üç saat süren bu görüşmede; 

"Yakın bir tehlikenin vukuu halinde şahsının korunmasına yönelik İngiliz makamlarınca 1920 yılında verilen sözü hatırlatmış, kendisini güvenli bir yere götürüp götüremeyeceklerini, götüreceklerse bunun Mısır veya Kıbrıs'tan hangisi olacağını sormuştur."
Bu soruya, İngilizler;
"Mısır dışında her yere ve refakatinde 10-15 mevcutla götürülebileceği" cevabını vermişler ve ilerleyen zamanda da İngiltere Dış İşleri Bakanlığından Ronald Lindsay, Müsteşar Crow ve Lord Curzon da kendi aralarında  Padişahın "Halife" unvanından İngiltere lehine nasıl faydalanılabileceğini tartışmaya başlamışlardır.
Ancak, tartışma öncesi de sonrası da hepsinin ortak kanaati, "Padişahın İngiltere'ye gelmesinin mümkün olmadığı" yönünde idi.   

Daha sonra yaşanan gelişmeler üzerine Vahideddin, 17 Kasım 1922 Cuma sabahı, oğlu, hanımları, doktoru, müzik hocası, baş mabeyncisi ve iki musahibi, yaveri ile İngiliz "Malaya" Savaş gemisine alınmış, Malta'ya götürülmüştür.



Ülkesinden kaçarak İngilizlere sığınmasını Hz. Muhammed'in hicretine benzeten Vahideddin,
" Müvekkil-i Zişan(Şanlı, şerefli) olduğum Peygamberin hicret sünnetini izledim."  diyebilecek kadar da Peygamber Efendimiz'e saygısız olabilmiştir.  

Vahideddin’in ülkeden ayrılırken ve yaşadığı sürece genel olarak maddi durumu şöyle idi;
1. Ağabeyi Sultan Reşat'tan devir olan 20.000 altın ödenekten kalan miktar,
2. Yıllık 50.000 lira olarak ödenen ziyafet ve seyahat ödeneğinden kalan miktar, 
3. Saltanat mülklerinden gelen gelirler,
4. Aylık maaşı,
5. Yanında götürdüğü nakit para ( her kaynakta farklı ifade edilmekle birlikte 3.000-50.000 lira arasında olduğu söylenen) dışında, Tütüncübaşı Şükrü Bey’in beyanlarına göre ilave 23.000 altın, 
6. İstanbul'daki Milli Banka'dan (Natıonal Bank) British Corparation'a nakledilen 20.000 sterlin, 
7. Chronicle Ajansının 25 Kasım 1922 tarihli haberine göre; Osmanlı Bankasına yatırılan 75.000 lira ile aynı bankada muhafaza edilen mücevherlerine karşılık nakit olarak aldığı 50.000 lira,
8. Mediha Sultan ve Kral Hüseyin'den alınan nakdi  yardımlar.

Vahideddin’in ülkeden ayrılırken geride bıraktığı bazı kıymetli malları, 
- Hem töre gereği sarayda bırakması gerektiğini biliyor olması,
- Hem ABD Başkanına;
" Bu süresiz uzaklaşmanın,  babadan kalma sahip olduğum Saltanat ve Halife makamından vazgeçtiğim anlamına gelmeyeceği açıktır."  şeklinde yazdığı mektubunda belirttiği üzere "bir gün geri döneceği ümidini taşıması",
- Hem de Refet Paşa'nın İzmir kurtarıldıktan sonra gelip İstanbul'u teslim alması sonrası uygulanan sıkı güvenlik tedbirleri sebebi ile götüremediği unutulmamalıdır.

Görüldüğü üzere , Vahideddin ülkeden kaçarken parasız pulsuz değildi.


Vahideddin’in paraya olan düşkünlüğü II'nci Abdülhamit'in kızı Şadiye Osmanoğlu'nun beyanlarında da açık olarak yer almıştır. 
Ülke dışında kaldığı sürece de harcamalarını endişe duymadan kesintisiz sürdürmüştür.


(Magnoli Villasının bugünkü hali)

En son kaldığı İtalya'daki ki Magnoli ( Manolya) Villasının yıllık kirası 600 İngiliz lirasıdır. Villa, o dönem itibari ile içinde portakal, limon ve diğer bir kısım ağaçların bulunduğu 15 dönüm kadar bir bahçeye sahip muhteşem bir kasırdı. Bu villada, İstanbul'dan gelen kadınefendileri, hazinedar ustaları, muhasipler, yaverler ve esvapçıbaşından, ibriktarbaşı ile tüm kadro kurulmuş, bütün teşrifat ve merasim usulleri korunmuştur.

Bu kasrın karşısında ise Yaver Zeki Bey'in kaldığı küçük bir köşk daha vardı. Burası, dominyonlarda görevli zengin ve hakim-i mutlak İngiliz sömürgecilerine parmak ısıtacak bir refah ve konfor içinde idi.
Günler, Yaver Zeki Bey ve beraberindekilerin iştirak ettiği ve özellikle ikinci musahib Mazhar Ağa ve Tütüncübaşı Şükrü Bey'in sakızlı mastika ve düz rakının müptelası oldukları içki alemleri ile geçmektedir.
Kasır dışında ise yine Yaver Zeki Bey ile Tütüncübaşı Şükrü Bey'in San Remo gece hayatında meyhane ve pavyonlara olan düşkünlüğü herkesin dikkatini çekiyordu.
Üçüncü Musahip Hayrettin Ağa'nın da onlardan aşağı kalır yanı yoktu.
İşte bu kontrolsüz harcamalar şatafatlı yaşamın da sonunu getiriyordu.

Vahideddin’in servetini tüketen diğer bir husus da;
"Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk'e karşı hıyanet projelerine destek vermeye devam etmesidir." 
Bu düşüncede olan Vehip Paşa, Gümülcineli İsmail, eski İç İşleri Bakanı Mehmet Ali Bey Vahideddin’i farklı zamanlarda ziyaret ederek para talep etmişler, kendisi de bu işe destek olmak üzere 2.000 İngiliz sterlini ödeme yapmıştır.
Ayrıca bir Yunan Albay'ı ile kendisini ziyarete gelip aynı maksada yönelik destek isteyen Mevlanzade Rıfat'a da parasal yardımda bulunduğu ve hatta kurdurduğu Tarikat-ı Selahiye isimli örgüte de oğlu Ertuğrul Efendi'nin öğrenimi için ayırdığı   5.000 lirayı verdiği bilinmektedir.

Vahideddin'in bununla da kalmayarak, orijinali ABD Ulusal Arşivinde 86700/1788 numaraya kayıtlı ABD Başkanı'na hitaben yazdığı mektubu ile istediği destek utanç vericidir.



(Suriye'nin başkenti Şam'daki Sultan Selim camisinin bahçesi)



İşte, bunlara benzer bir çok olayın baş aktörü olan ve 15-16 Mayıs 1926 gecesi kalp krizinden vefat eden Sultan Vahideddin'in cenazesi, 120.000 lira borçlu olduğu gerekçesiyle İtalyanlarca haciz edilerek bir ay süresince evde tutulmuş, daha sonra kızı Sabiha Sultan'ın parayı ödemesi üzerine teslim alınarak Şam'a defnedilmiştir. 
Saygılarımla.


8 Şubat 2017 Çarşamba

Türkiye Cumhuriyeti


Bin yıldan fazla bir zaman Anadolu'da yaşayan, Türk'ün kurduğu ve yaşattığı 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğunun 1920 senesindeki hali;





Bu tarihlerde ülke ve vatandaşların genel durumu;


                                                     
                                                    EDİRNE


                                                   İSTANBUL


                                                   BALIKESİR 


                                                    MANİSA                                                    


                                                      İZMİR


                                                       AYDIN


                                                        BURSA


                                                ADAPAZARI


                                               ZONGULDAK


                                                     SAMSUN


                                          MERZİFON/AMASYA


                                                   GİRESUN


                                                    TRABZON


                                                       ORDU


                                                       TOKAT


                                                       NİĞDE


                                                       SİVAS


                                                      KONYA


                                                    ADANA


                                                 DİYARBAKIR


                                                     MARDİN


                                                        BİTLİS


                                                 ELAZIĞ / PALU


                                                          VAN

Yokluk ve ihanetlere rağmen kazanılan bir Kurtuluş Savaşı;






Ve, Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün başlatıp önderlik ettiği Kurtuluş Savaşı sonrası;




 

Ya, bugün, neredeyiz?

3 Şubat 2017 Cuma

36'ncı Osmanlı Padişahı VI’ncı Mehmed Vahideddin


Sultan Abdülmecit’in 30 çocuğundan 23’ncüsü olan VI’ncı Mehmed Vahideddin, ağabeyi II’nci Abdülhamit'in uzun padişahlığı sırasında, Çengelköy'de mimar Alexandre Vallaury'ye yaptırdığı köşkünde 40 yıl sıkıntısız bir yaşam sürmüş ve fıkıh ile ilgilenirken aynı zamanda hat, musiki ve edebiyat sanatlarıyla da ileri seviyede uğraşmıştır. Bu sebeple yetişkin şehzadeler arasında okuduğunu anlayan yazısı ve imlası düzgün, düşündüklerini yazıya geçirebilen bir taht adayı olarak tanınmıştır.

Bedenen rahatsız olduğu için eğitimi de zayıf kalmıştır. Kendisini yakından tanıyanlar, O’nun zayıf, heyecanlı, kuruntulu, inatçı ve kararsız bir kişiliğe sahip olduğunu söylerlerken aynı zamanda şehzadeler hakkında, Padişah II’nci Abdülhamit’e jurnal yazdığını da ifade etmişlerdir. Bu husus, İngiliz Elçisi Lord A.Harding tarafından İngiltere Dışişleri Bakanı’na gönderilen 9 Temmuz 1918 tarihli yazıya da konu olmuştur.
 
İlk evliliğini Emine Nazikeda Hanım ile yapmış ve üzerine başka bir eş almayacağına dair ablası Cemile Sultan’a söz vermiş olmasına rağmen bu evlilikten dünyaya gelen Sabiha ve Fatma Ulviye Sultan’dan sonra doktorların Emine Hanım’ın tıbben bir daha doğum yapamayacağı bildirmesi üzerine eşinin de rızasını alarak üç evlilik daha yapmış ve bunlardan Fenire Sultan(küçük yaşta ölmüş) ile tek oğlu olan Mehmet Ertuğrul dünyaya gelmiştir.
Vahideddin, zaman zaman içki içen ve Tütüncübaşı Şükrü Bey’e konyak aldırıp içkili toplantılarda kadeh kaldırmaktan çekinmeyen bir kişidir. Almanya ziyareti esnasında İmparatorun şerefine kadeh kaldırdığı bilinmektedir. Cömerttir, çok sigara içer. Aile hayatında son derece moderndir. Eş, kız ve torunları başı açık ve batılı tarzda giyinmektedirler.


Sultan Reşat'ın ölümü üzerine, 3 Temmuz 1918 günü, 57 yaşında, Almanya ile Avusturya’nın ateşkes istediği ve Osmanlı Ordularının hemen her cephede yenildiği bir dönemde culüs töreni ile kılıç kuşanıp tahta çıkan VI’ncı Mehmed Vahideddin, dört atlı saltanat arabası ile Edirnekapı’da kapı anahtarını teslim almıştır.
Eyüp’e geldiğinde Sadrazam Talat Paşa’nın kendisine “Boğazdan düşman tayyarelerinin geçtiğinin öğrenildiğini” bildirmesi üzerine;
“Düşmanların medeni insanlar olduklarını tören yapılan böyle bir günde tecavüzde bulunmayacaklarını” ifade ederek rahat bir şekilde programına devam etmiştir.
Düşman tayyare filoları ise o gün İstanbul’u bombalamamışlar ama ertesi gün kentin çeşitli semtleri bombalanmıştır.

Tahta çıktıktan sonra Dolmabahçe Sarayı’na yerleşen VI’ncı Mehmed Vahideddin, Padişah olduğu günlerde tebrik için huzura çıkan Şeyhülislam Musa Kazım Efendiye;
"Ben bu makam için hazırlanmadım. Çocukluğumdan beri vücutça rahatsız olduğumdan laikiyle tahsil edemedim. Yaşım kemale erdi, dünyada bir emelim kalmadı. Biraderle hangimizin evvel gideceğimiz malum olmadığından bu makamı bekleyişte değildim. Fakat takdiri ilahi böyle teveccüh etti, bu ağır vazifeyi deruhte eyledim. Şaşmış bir haldeyim, bana dua ediniz." demiştir.

Sabık Adliye Nazırı İbrahim Bey’e ise;
”Aczim var, korkuyorum. Maddeten hiç bir şeyden korkmam. Fakat ağır bir vazife deruhte ettim. Allah’tan korkarım. Bu saray bizim baba ocağıdır, siz böyle şeyleri anlarsınız. Odalardan birinde doğmuşum, birinde büyümüşüm, birinde babam vefat etmiş, birinde amcam ya da birader bir şey olmuş. Elhasıl biri ruh per ver, biri feci. Bunları gördükçe mütehayyiç oluyorum.”

Bir başka gün ise Başkatibine; ”Bizim Hanedanımıza her türlüsü gelmiştir; Sarhoşu gelmiştir. zalimi gelmiştir, dinsizi gelmiştir.” diyebilmiştir.

Vahideddin, geleneklerin aksine SAKAL bırakmamıştır. Halifeliği getiren Yavuz Sultan Selim’den sonra sakalı olmayan ikinci padişahtır. Bunun sebebini ise kendisi;
“Ben büyük ceddim Yavuz Sultan gibi sakal bırakmayacağım, çünkü sakalımı kimsenin eline vermek niyetinde değilim.” şeklinde açıklamıştır.
Tüm bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi Vahideddin farklı bir kişiliğe sahipti.


Kendisinin en büyük hatalarından birisi de yine kendisi gibi İngiliz hayranı olan Damat Ferit’tir. Yakın çevresine aleni olarak;
“Dünyada üç melun vardır. Bunlar bir saç ayağıdır. Biri hemşirem Mediha Sultan,  ikincisi eşi Ferit Paşa, üçüncüsü de onun oğlu Sami’dir.” demesine rağmen kendisine neden tam beş kez Sadrazamlık görevini verdiğini kimse  anlayamamıştır.
Bu  durum, İngiliz  Amirali  de Robeck'in  Lord  Curzon'a  4 Ekim 1920'de  gönderdiği  yazının bile ana konusu olmuştur.

Ve, devlet erkanının muhalafetine rağmen Mondros Mütarekesini imzalamak üzere Damat Ferit Paşa'yı görevlendireceğini söylemesi, Ahmet İzzet Paşa'dan Damat Ferit ile görüşmesini istemesi ise hiç anlaşılamamıştır.
Talimat üzerine Ahmet İzzet Paşa’nın yaptığı görüşme esnasında bir de Damat Ferit’in;
"İngiliz  Amirali  Calthorpe  ile  görüşeceğim. Eğer  devletin  ülke  bütünlüğünü  esas  alan bir mütarekeye yanaşmazlar ise derhal bir savaş gemisi, kruvazör isteyip Londra ya gideceğim... İngiltere  Kralına,  ben  senin  baban  olan kralın eski dostuyum! Arzularının kabulünü senden beklerim, diyerek  barış  tekliflerimizi  kabul  ettireceğim!  Yanıma  da  özel  katip  olarak Rum Patrikhanesi  katibi  Kara  Yeodori'yi  alacağım..."  şeklinde söylemi ile gerilen ortamın sonucu Padişaha tekrar müracaat edilmiş, yapılan ısrarlar neticesinde toplantıya Rauf Bey'in katılmasına ikna edilmiştir.

Peki Damat Ferit kimdir?

Damat Ferit, Paris, Berlin, St. Petersburg Türk Elçiliklerinde katiplik yapmış, Londra Büyükelçiliğini istemiş, kabul edilmeyince İttihat ve Terakkiye yanaşmış, orada da barınamayınca Hürriyet ve İtilaf Partisinin kurucuları arasında yer almış, daha sonra Padişah Vahideddin’in ablası Mediha Sultan ile evlenmiş bir kişidir. En yakın arkadaşları İngilizlerle çok sıkı ilişkiler içinde bulunan Sait Molla ve onun vasıtası ile Rahip Frew’dir.

Nihal Atsız, Padişah Vahideddin ile Damat Ferit’in ilişkisi için;
“Damat Ferit Paşayı birkaç defa sadrazamlığa getirmiştir. Bunu anlamak güçtür. Çünkü Damat Ferit’ten nefret ettiği malumdur. İhtimal ki, İngilizlerin baskısı ile onu sadrazam yapmıştır. Bu Damat Ferit Paşa, zekasının kıtlığı ve şahsi kinlerini öne katması yüzünden devletin işlerini çıkmaza sokmuş, Sultan Vahideddin’in de felaketini hazırlamıştır.” demiştir.

Rıza Tevfik ise; “Dar bir saray çevresi içinde 30 şu kadar yıl yaşadığı için dünyadan kesinlikle haberi yok. Avrupa’nın genel siyasi tarihini bilmiyordu. Olayların gelişiminden ve içinde bulunduğumuz durumdan tamamen habersizdi.” şeklinde bahsediyordu kendisinden.

Dahiliye Nazırı A.Reşit bey ise Damat Ferit için; “ Hali, hareketi yapmacık, düşüncesi kısa, bilgisi daha kısa idi. En büyük marifeti de gösterişi idi...Hareketleri.. beyni sulanmış olduğunu gösteriyordu.” demiştir.

İtalyan Dışişleri Bakanı Kont Sforza’ya göre ise Damat Ferit; “ Bir İngiliz centilmeninin çok iyi bir taklit edilmiş şekli idi.”



Doğaldır ki, tüm bu tespit ve değerlendirmeler ışığında Padişah Vahideddin’in suçsuz ve sorumsuz olduğunu düşünmek insaf sınırlarının ötesine geçmek olacaktır.
Nitekim, Padişah Vahideddin, Mondoros Ateşkes Anlaşma sonrası ülkede başlatılan işgallerin Millet Meclisindeki tepkileri üzerine İngilizlerin baskısı, Damat Ferit’in yönlendirmesi ile 21 Aralık 1918'de Anayasanın 7'nci maddesini gerekçe göstererek önce Meclis-i Mebusan'ı dağıtmış, müteakiben de aynı düşünce ve duygularla Atatürk'ün yürüttüğü Milli Mücadeleye karşı alınan kararların tamamına yakınında onay vermiş ve imzalamıştır.
Örnek vermek gerekirse;
Milli Hareketi "eşkiya" hareketi olarak gören bildiri,
Şeyhülislam'ın Atatürk ve arkadaşlarının dinsiz olduğu yönünde verdiği fetva,
Nemrut Mustafa Paşa'nın başkanlığındaki Divan-ı Harbin başta Atatürk olmak üzere tüm Kuvay-i Milliyeciler için verdiği ölüm kararları,
Milli Kuvvetlerin bedelini ödeseler bile telgrafhanelerden telgraf çekmelerinin önlenmesi emri,
Protesto mitinglerinin yasaklanması,
Balıkesir ve Alaşehir Kongrelerinin engellenmesi,
Atatürk'ün rütbe ve nişanlarının alınması,
Kuvayi Milliyeyi ortadan kaldırmak için halka "nasihat" ve "tahkik" heyetleri in gönderilmesi,
Hilafet Ordusunun teşkili,
Milli Kuvvetlere karşı Anadolu'da çıkan 21 ayaklanmanın desteklenmesi,
İngiliz Muhipler Cemiyetine katılım ve sayının artırılması bunlardan sadece bir kaçıdır.

İşgalciler de, kendilerine en üst seviyede verilen bu desteğin farkındaydılar. İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiser Yardımcısı Richard Webb, 19 Ocak 1919'da İngiltere Dışişleri Bakanlığına gönderdiği yazıda;
Görünürde ülkeyi işgal etmediğimiz halde, şimdi valileri atıyor veya görevlerinden uzaklaştırıyoruz. Polislerini yönetiyor, basını denetliyor, zindanlarına girerek Rum ve Ermeni tutukluları işlemiş oldukları suçlara bakmadan salıveriyoruz. Demiryollarını denetimimizde tutuyor ve istediğimiz her şeye el koyuyoruz. Politikamız süngünün keskin ucuna dayanıyor.. Halife yanımızda olduğu sürece İslam dünyası üzerinde ek bir denetim aracına sahibiz. Bildiğiniz gibi Padişah'ın bizi buraya yerleştirmeyi diliyor." diye belirtiyordu.

Diğer bir yazıda ise İngiliz Yüksek Komiserliğinden Tom Hohler ise 5 Aralık 1919'daki durumu şöyle özetliyordu;
"İstanbul'un Türkler tarafından yönetilmesine son vermek için şimdiki koşullardan yararlanılmaması çok yazık olacaktır. Türk yönetimi domuz ahırını yönetecek yetenekte değildir. Örgütleri parçalanmış, bozguna uğramıştır, sefalet içindedirler. İstanbul, işgal günleri yaşıyor. Buradaki yönetim, her İngilizi tiksindirecek kadar aşağıdır. "

Tüm bunlar yetmezmiş  gibi  Vahideddin ve  Damat Ferit'in hazırladığı, topraklarımızı kayıtsız şartsız İngilizlere teslim etmeyi amaçlayan ve 7 maddeden oluşan bir anlaşma 12 Eylül 1919 tarihinde  gizlice  imzalanıyordu. Ancak, metnin Fransızların eline  geçmesi  sebebi ile daha sonra  anlaşma yalanlanıyor  ama  aynı  anlaşma  metni  22  Ocak  1920'de  The New York Herhalde Tribüne adlı Amerikan gazetesince tüm yayımlanıyordu.
Atatürk'ün Samsun'a gitmesinden sadece 50 gün önce gerçekleşen bu hadise Kurtuluş Savaşına Vahdettin tarafından verilen desteğin açık bir göstergesidir.


Yine Sevr anlaşması maddelerinin görüşülmesi için bir Şura yapması, anlaşmayı red etmemesi ve ardından heyet görevlendirip metni imzalatması da konuyu desteklediğinin diğer bir kanıtıdır.
Kaldı ki, bazı kişilerce anlaşma padişah tarafından onaylanmadı denilse de İngilizlerin raporlarında anlaşmanın Padişah tarafından da imzalandığına yönelik ifadelerin bulunduğunu da unutmamak lazım.

Çok ağır bedel ödenen ancak zaferle sonuçlanan Kurtuluş Savaşının başından sonuna kadar Milli Kuvvetlere karşı mücadele eden İşgal kuvvetlerine her türlü desteği veren Vahideddin, 17 Kasım 1922 sabahı küçük oğlu Ertuğrul ve hareminin mensuplarıyla birlikte Dolmabahçe Sarayından bir kayığa binerek Boğaziçi'nde demirlemiş olan HMS Malaya adlı İngiliz zırhlısı ile Malta'ya kaçmıştır.


İngilizler, Vahideddin'in İngiltere'ye gelmesini kabul etmediği için devrik padişah, bir süre Malta'da kalmış, 1922 sonunda Hicaz kralı Hüseyin'in daveti üzerine 20 Nisan 1923'e dek Hicaz'da kalmıştır. Daha sonra İngiltere'nin baskısı üzerine buradan ayrılarak bir süreliğine İtalya'nın Cenova kentinde yaşamıştır. 11 Haziran 1923'te San Remo kasabasına taşınan Vahideddin, 16 Mayıs 1926’da San Remo'da vefat etmiş, Cenazesi Şam'a getirilerek Sultan Selim Camiî kabristanına defnedilmiştir.

Çocukları,

*Sabiha Sultan, son Halife Abdülmecid Efendi’nin oğlu kendisinin kuzeni Şehzade Ömer Faruk efendi ile evlendi ve üç kızları oldu: Neslişah, Hanzade ve Necla Sultanlar. Sonraları boşandığı eşinin Mısır’da ölmesi ve Menderes Hükümeti’nin 1952 Haziran’ında hanedanın hanım mensuplarının Türkiye’ye girişini serbest bırakmasından sonra Türk vatandaşı oldu ve "Osmanoğlu" soyadını alarak İstanbul’a yerleşti. 26 Ağustos 1971’de ortanca kızı Hanzade Sultan’ın Yeniköy’deki yalısında vefat etti.

*Fatma Ulviye Sultan, son Osmanlı sadrazamı Ahmet Tevfik Paşa’nın oğlu İsmail Hakkı Tevfik Bey ile babasının veliahtlığı sırasında evlendi. Bu evlilikten Suade Hümeyra Hanım dünyaya geldi. Ancak, İsmail Hakkı Tevfik Bey İstiklal Savaşı’na katılınca Vahdettin, evlilik kontratındaki bir maddeye dayanarak Ulviye Hanım’ı eşinden boşattı.
Ulviye Sultan ikinci evliliğini Zülfükar İsmail Paşa’nın oğlu Ali Haydar Bey (Germiyanoğlu) ile yaptı. Bu evlilikten çocuğu olmadı.
Sultan Vahideddin’in ölümünden sonra yaşamını Avrupa’nın değişik kentlerinde, ardından Mısır’da sürdürdü. Ablası gibi ülkeye geri döndükten sonra 25 Ocak 1967′de İzmir’de vefat etti. Cenazesi İstanbul’a getirilerek Çengelköy Mezarlığı’na defnedildi.

*Ertuğrul Osmanoğlu Babasının vefatından sonra uzun yıllar yaşadığı yurt dışında 1994-2009 yılları arasında Osmanlı Hanedanının hanedan reisliğini yaptı. Hanedanın Osmanlı Devletinin yıkılmasından önce doğmuş son erkek üyesiydi. 1974 yılında yürürlüğe konulmuş bir af kapsamında, ailenin diğer üyelerini takiben, ilk kez 1992 yılında Türkiye'ye geldi. 2004 yılında da Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını aldı. Daha ziyade New York Manhattan'da yaşadı. 23 Eylül 2009 tarihinde İstanbul'da, böbrek yetmezliği nedeniyle tedavi gördüğü Amerikan Hastanesi'nde 97 yaşında vefat etti.
26 Eylül 2009 tarihinde Sultanahmet Camii'nden kaldırılan naaşı, Bakanlar Kurulu Kararı ile Çemberlitaş'taki II. Mahmud Türbesi'ne defnedildi.

Saygılarımla.




1 Şubat 2017 Çarşamba

Arapların Yaptığı İlk Türk Katliamları



    






Yedi ay boyunca Mekke'yi kuşatma altında tutan, şehri mancınıklarla vurup Kabe'yi yıkan ve daha sonra tekrar inşa eden Müslüman Irak Valisi Zalim Haccac'ın emri ile Türk diyarlarında İslami fetihe memur edilen Arap Komutanı Kuteybe bin Müslim, 705 yılında Maveraünnehir'e doğru büyük bir askeri harekat başlattı.


Aşağı Toharistan'da bazı şehirleri ele geçiren Kuteybe’nin dönemin en zengin ticaret merkezlerinden biri olan Baykent’te, fetih sonrası, eli silah tutan tüm Türk erkeklerini kılıçtan geçirmesi, kadın ve çocukları ise esir ederek başka yerleşim bölgelerine göndermesi üzerine aynı olayların kendi başlarına da gelebileceğini düşünen diğer Türk Beylikleri, Kuteybe’ye haraç vermeyi ve bir tarafsızlık anlaşması yapmayı teklif ettiler.

Ancak bu tarafsız kalmalar ve Türk Beyliklerinin birleşememeleri Arapların işlerini kolaylaştırmış, bu sebeple ilk saldırıya uğrayan Kibac Hatun’a diğer beyliklerce yardım edilmemiş, ancak daha sonra o yardımı esirgeyenler de aynı akıbete uğramışlardır.

Gelişmeler üzerine Kuteybe ile yaptığı anlaşmada hatalı olduğunu anlayan Türk Beyi Neyzek Tarhan, tüm diğer Türk Beyliklerine birer mektup yazarak onları ortak bir direnişe davet eder.
Bu daveti haber alan Kuteybe, hazırlıklarını tamamlayarak baharda büyük bir ordu ile Talkan şehrine doğru yürür ve hiç savaşmadan şehri teslim alır. İlk iş olarak, tüm beyliklere ibret olması için şehirde eli kılıç tutabilen ne kadar erkek varsa kılıçtan geçirilir, geri kalanlar da Talkan yolu üzerinde 4 fersah (24 Km.) mesafelik bölümde ağaçlara asılarak öldürülür. Yaklaşık 40.000 kişinin öldürüldüğü Talkan katliamı, tarihe, Arapların o güne kadar yaptıkları katliamların en büyüğü olarak geçmiştir.


Talkan katliamından sonra Kuteybe, Suman, Kes, Nesef ve Faryab şehirlerinin halkına da aynı işkence ve rezillikleri yapar, erkekler öldürülür, kadın ve kızlar ise utanç verici bir şekilde Araplara cariye olurlar.


Araplar, daha sonra Bazgis Kalesini kuşatır, ancak iki ay süren kuşatmadan sonuç elde edemeyince Kuteybe, Komutanını kaleye barış teklifi yapmak için gönderir. Kale halkının açlık içinde olması sebebi ile teklifi kabul etmekten başka yapılacak bir şeyi yoktur. Kaleyi teslim alan Kuteybe, esir aldığı Türk Beyi Neyzek Tarhan’ı hemen öldürmez.

Ancak, Irak Valisi Zalim Haccac’ın “ O bir Müslüman düşmanıdır, hiç aman vermeden öldür” emri üzerine, önce, Tarhan’ın iki oğlunun daha sonra ise 700 kadar Türk savaşçısının başları Tarhan Bey ve halkın gözü önünde kesilir. Tarhan ise bizzat Kuteybe tarafından öldürülür. Bütün kesilen başlar ve elde edilen ganimetin beşte biri Irak Valisi Haccac’a gönderilir.

Tarhan’ın öldürülmesinden sonra, Kuteybe, Aral Gölü güneyindeki Harzem bölgesine yürür ve orada da 4000 civarında Türk’ü esir alır. Ancak bu esirler de bir süre sonra başları kesilerek öldürülürler.


Harzemli ünlü Türk bilgini Biruni, Harzem’deki uygarlığın yok edilişini şu şekilde anlatır;

“Kuteybe, her çareye başvurarak Harzem’lilerin yazı dilini bilenleri, geleneklerini koruyanlarını ve bütün bilginlerini öldürttü, böylece her şey karanlıklara gömüldü. İslam, Harzem’lilerin içine girerken, gelecek nesiller için geride, onların tarihini öğrenme imkanını bırakmadı.”


Kuteybe ise;  - Vallahi eğer benim ömrümden üç söz söyleyecek kadar zaman kalmış olsa bunu derim ki (Uktülühü uktülühü uktülühü). (Hepsini öldürün, hepsini öldürün, hepsini öldürün.)


Bu vahşetten adeta gururlanan Arap şairi Kaah el-Aşkari ise şöyle haykırmıştır, ”Kazah ve Facfac” önlerinde korkudan birbirlerine sarılmış zavallı Türkleri öldürdüğünüz geceleri hele bir hatırlayınız. Herkesi kılıçtan geçirdiniz. Sadece ata dahi binmeyecek yaşta küçük çocuklar kaldı. Binenlerde o hırçın atların sırtında sanki bir yük gibiydiler.”


Ve ardından Semerkant’da kuşatılır. Daha fazla dayanamayacağını anlayan Türk Beyi Gurek de Kuteybe ile anlaşmak zorunda kalır. Bu anlaşmaya göre;


1.Semerkant, Araplara her sene 2.200.000 altın ödeyecektir.

2.Bir defaya mahsus olmak üzere 30.000 Türk gencini esir olarak verecektir.

3.Şehirde Cami yapılacaktır..

4.Şehirde eli silah tutan kimse dolaşmayacaktır.

5.Tapınaklardaki tüm mücevherler Kuteybe’ye teslim edilecektir.


Toplam 70 sene süren bu rezil Arap-Türk Savaşında 100.000’in üzerinde Türk katledilmiş, 50.000’in üzerinde Türk ise köle ve cariye yapılmıştır. Bu esnada şehirler yağmalanmış, tarihi eser ve yapıtlar yok edilmiş, Türkler böyle bir vahşet ve mezalimi dönem itibarı ile Çin’lilerden bile görmemişlerdir.


Bu arada, Irak Valisi Zalim Haccac ve takip eden iki Halifenin ölümünden sonra halife olan Süleyman ibni Abdülmelik ile arası hiç iyi olmayan Kuteybe, Kasgar seferini yarıda bırakarak ayaklanmış, ancak kendi komutanları tarafından 11 yakını ile birlikte kafası kesilerek öldürülmüştür.

Saygılarımla.