3 Şubat 2017 Cuma

36'ncı Osmanlı Padişahı VI’ncı Mehmed Vahideddin


Sultan Abdülmecit’in 30 çocuğundan 23’ncüsü olan VI’ncı Mehmed Vahideddin, ağabeyi II’nci Abdülhamit'in uzun padişahlığı sırasında, Çengelköy'de mimar Alexandre Vallaury'ye yaptırdığı köşkünde 40 yıl sıkıntısız bir yaşam sürmüş ve fıkıh ile ilgilenirken aynı zamanda hat, musiki ve edebiyat sanatlarıyla da ileri seviyede uğraşmıştır. Bu sebeple yetişkin şehzadeler arasında okuduğunu anlayan yazısı ve imlası düzgün, düşündüklerini yazıya geçirebilen bir taht adayı olarak tanınmıştır.

Bedenen rahatsız olduğu için eğitimi de zayıf kalmıştır. Kendisini yakından tanıyanlar, O’nun zayıf, heyecanlı, kuruntulu, inatçı ve kararsız bir kişiliğe sahip olduğunu söylerlerken aynı zamanda şehzadeler hakkında, Padişah II’nci Abdülhamit’e jurnal yazdığını da ifade etmişlerdir. Bu husus, İngiliz Elçisi Lord A.Harding tarafından İngiltere Dışişleri Bakanı’na gönderilen 9 Temmuz 1918 tarihli yazıya da konu olmuştur.
 
İlk evliliğini Emine Nazikeda Hanım ile yapmış ve üzerine başka bir eş almayacağına dair ablası Cemile Sultan’a söz vermiş olmasına rağmen bu evlilikten dünyaya gelen Sabiha ve Fatma Ulviye Sultan’dan sonra doktorların Emine Hanım’ın tıbben bir daha doğum yapamayacağı bildirmesi üzerine eşinin de rızasını alarak üç evlilik daha yapmış ve bunlardan Fenire Sultan(küçük yaşta ölmüş) ile tek oğlu olan Mehmet Ertuğrul dünyaya gelmiştir.
Vahideddin, zaman zaman içki içen ve Tütüncübaşı Şükrü Bey’e konyak aldırıp içkili toplantılarda kadeh kaldırmaktan çekinmeyen bir kişidir. Almanya ziyareti esnasında İmparatorun şerefine kadeh kaldırdığı bilinmektedir. Cömerttir, çok sigara içer. Aile hayatında son derece moderndir. Eş, kız ve torunları başı açık ve batılı tarzda giyinmektedirler.


Sultan Reşat'ın ölümü üzerine, 3 Temmuz 1918 günü, 57 yaşında, Almanya ile Avusturya’nın ateşkes istediği ve Osmanlı Ordularının hemen her cephede yenildiği bir dönemde culüs töreni ile kılıç kuşanıp tahta çıkan VI’ncı Mehmed Vahideddin, dört atlı saltanat arabası ile Edirnekapı’da kapı anahtarını teslim almıştır.
Eyüp’e geldiğinde Sadrazam Talat Paşa’nın kendisine “Boğazdan düşman tayyarelerinin geçtiğinin öğrenildiğini” bildirmesi üzerine;
“Düşmanların medeni insanlar olduklarını tören yapılan böyle bir günde tecavüzde bulunmayacaklarını” ifade ederek rahat bir şekilde programına devam etmiştir.
Düşman tayyare filoları ise o gün İstanbul’u bombalamamışlar ama ertesi gün kentin çeşitli semtleri bombalanmıştır.

Tahta çıktıktan sonra Dolmabahçe Sarayı’na yerleşen VI’ncı Mehmed Vahideddin, Padişah olduğu günlerde tebrik için huzura çıkan Şeyhülislam Musa Kazım Efendiye;
"Ben bu makam için hazırlanmadım. Çocukluğumdan beri vücutça rahatsız olduğumdan laikiyle tahsil edemedim. Yaşım kemale erdi, dünyada bir emelim kalmadı. Biraderle hangimizin evvel gideceğimiz malum olmadığından bu makamı bekleyişte değildim. Fakat takdiri ilahi böyle teveccüh etti, bu ağır vazifeyi deruhte eyledim. Şaşmış bir haldeyim, bana dua ediniz." demiştir.

Sabık Adliye Nazırı İbrahim Bey’e ise;
”Aczim var, korkuyorum. Maddeten hiç bir şeyden korkmam. Fakat ağır bir vazife deruhte ettim. Allah’tan korkarım. Bu saray bizim baba ocağıdır, siz böyle şeyleri anlarsınız. Odalardan birinde doğmuşum, birinde büyümüşüm, birinde babam vefat etmiş, birinde amcam ya da birader bir şey olmuş. Elhasıl biri ruh per ver, biri feci. Bunları gördükçe mütehayyiç oluyorum.”

Bir başka gün ise Başkatibine; ”Bizim Hanedanımıza her türlüsü gelmiştir; Sarhoşu gelmiştir. zalimi gelmiştir, dinsizi gelmiştir.” diyebilmiştir.

Vahideddin, geleneklerin aksine SAKAL bırakmamıştır. Halifeliği getiren Yavuz Sultan Selim’den sonra sakalı olmayan ikinci padişahtır. Bunun sebebini ise kendisi;
“Ben büyük ceddim Yavuz Sultan gibi sakal bırakmayacağım, çünkü sakalımı kimsenin eline vermek niyetinde değilim.” şeklinde açıklamıştır.
Tüm bu ifadelerden de anlaşılacağı gibi Vahideddin farklı bir kişiliğe sahipti.


Kendisinin en büyük hatalarından birisi de yine kendisi gibi İngiliz hayranı olan Damat Ferit’tir. Yakın çevresine aleni olarak;
“Dünyada üç melun vardır. Bunlar bir saç ayağıdır. Biri hemşirem Mediha Sultan,  ikincisi eşi Ferit Paşa, üçüncüsü de onun oğlu Sami’dir.” demesine rağmen kendisine neden tam beş kez Sadrazamlık görevini verdiğini kimse  anlayamamıştır.
Bu  durum, İngiliz  Amirali  de Robeck'in  Lord  Curzon'a  4 Ekim 1920'de  gönderdiği  yazının bile ana konusu olmuştur.

Ve, devlet erkanının muhalafetine rağmen Mondros Mütarekesini imzalamak üzere Damat Ferit Paşa'yı görevlendireceğini söylemesi, Ahmet İzzet Paşa'dan Damat Ferit ile görüşmesini istemesi ise hiç anlaşılamamıştır.
Talimat üzerine Ahmet İzzet Paşa’nın yaptığı görüşme esnasında bir de Damat Ferit’in;
"İngiliz  Amirali  Calthorpe  ile  görüşeceğim. Eğer  devletin  ülke  bütünlüğünü  esas  alan bir mütarekeye yanaşmazlar ise derhal bir savaş gemisi, kruvazör isteyip Londra ya gideceğim... İngiltere  Kralına,  ben  senin  baban  olan kralın eski dostuyum! Arzularının kabulünü senden beklerim, diyerek  barış  tekliflerimizi  kabul  ettireceğim!  Yanıma  da  özel  katip  olarak Rum Patrikhanesi  katibi  Kara  Yeodori'yi  alacağım..."  şeklinde söylemi ile gerilen ortamın sonucu Padişaha tekrar müracaat edilmiş, yapılan ısrarlar neticesinde toplantıya Rauf Bey'in katılmasına ikna edilmiştir.

Peki Damat Ferit kimdir?

Damat Ferit, Paris, Berlin, St. Petersburg Türk Elçiliklerinde katiplik yapmış, Londra Büyükelçiliğini istemiş, kabul edilmeyince İttihat ve Terakkiye yanaşmış, orada da barınamayınca Hürriyet ve İtilaf Partisinin kurucuları arasında yer almış, daha sonra Padişah Vahideddin’in ablası Mediha Sultan ile evlenmiş bir kişidir. En yakın arkadaşları İngilizlerle çok sıkı ilişkiler içinde bulunan Sait Molla ve onun vasıtası ile Rahip Frew’dir.

Nihal Atsız, Padişah Vahideddin ile Damat Ferit’in ilişkisi için;
“Damat Ferit Paşayı birkaç defa sadrazamlığa getirmiştir. Bunu anlamak güçtür. Çünkü Damat Ferit’ten nefret ettiği malumdur. İhtimal ki, İngilizlerin baskısı ile onu sadrazam yapmıştır. Bu Damat Ferit Paşa, zekasının kıtlığı ve şahsi kinlerini öne katması yüzünden devletin işlerini çıkmaza sokmuş, Sultan Vahideddin’in de felaketini hazırlamıştır.” demiştir.

Rıza Tevfik ise; “Dar bir saray çevresi içinde 30 şu kadar yıl yaşadığı için dünyadan kesinlikle haberi yok. Avrupa’nın genel siyasi tarihini bilmiyordu. Olayların gelişiminden ve içinde bulunduğumuz durumdan tamamen habersizdi.” şeklinde bahsediyordu kendisinden.

Dahiliye Nazırı A.Reşit bey ise Damat Ferit için; “ Hali, hareketi yapmacık, düşüncesi kısa, bilgisi daha kısa idi. En büyük marifeti de gösterişi idi...Hareketleri.. beyni sulanmış olduğunu gösteriyordu.” demiştir.

İtalyan Dışişleri Bakanı Kont Sforza’ya göre ise Damat Ferit; “ Bir İngiliz centilmeninin çok iyi bir taklit edilmiş şekli idi.”



Doğaldır ki, tüm bu tespit ve değerlendirmeler ışığında Padişah Vahideddin’in suçsuz ve sorumsuz olduğunu düşünmek insaf sınırlarının ötesine geçmek olacaktır.
Nitekim, Padişah Vahideddin, Mondoros Ateşkes Anlaşma sonrası ülkede başlatılan işgallerin Millet Meclisindeki tepkileri üzerine İngilizlerin baskısı, Damat Ferit’in yönlendirmesi ile 21 Aralık 1918'de Anayasanın 7'nci maddesini gerekçe göstererek önce Meclis-i Mebusan'ı dağıtmış, müteakiben de aynı düşünce ve duygularla Atatürk'ün yürüttüğü Milli Mücadeleye karşı alınan kararların tamamına yakınında onay vermiş ve imzalamıştır.
Örnek vermek gerekirse;
Milli Hareketi "eşkiya" hareketi olarak gören bildiri,
Şeyhülislam'ın Atatürk ve arkadaşlarının dinsiz olduğu yönünde verdiği fetva,
Nemrut Mustafa Paşa'nın başkanlığındaki Divan-ı Harbin başta Atatürk olmak üzere tüm Kuvay-i Milliyeciler için verdiği ölüm kararları,
Milli Kuvvetlerin bedelini ödeseler bile telgrafhanelerden telgraf çekmelerinin önlenmesi emri,
Protesto mitinglerinin yasaklanması,
Balıkesir ve Alaşehir Kongrelerinin engellenmesi,
Atatürk'ün rütbe ve nişanlarının alınması,
Kuvayi Milliyeyi ortadan kaldırmak için halka "nasihat" ve "tahkik" heyetleri in gönderilmesi,
Hilafet Ordusunun teşkili,
Milli Kuvvetlere karşı Anadolu'da çıkan 21 ayaklanmanın desteklenmesi,
İngiliz Muhipler Cemiyetine katılım ve sayının artırılması bunlardan sadece bir kaçıdır.

İşgalciler de, kendilerine en üst seviyede verilen bu desteğin farkındaydılar. İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiser Yardımcısı Richard Webb, 19 Ocak 1919'da İngiltere Dışişleri Bakanlığına gönderdiği yazıda;
Görünürde ülkeyi işgal etmediğimiz halde, şimdi valileri atıyor veya görevlerinden uzaklaştırıyoruz. Polislerini yönetiyor, basını denetliyor, zindanlarına girerek Rum ve Ermeni tutukluları işlemiş oldukları suçlara bakmadan salıveriyoruz. Demiryollarını denetimimizde tutuyor ve istediğimiz her şeye el koyuyoruz. Politikamız süngünün keskin ucuna dayanıyor.. Halife yanımızda olduğu sürece İslam dünyası üzerinde ek bir denetim aracına sahibiz. Bildiğiniz gibi Padişah'ın bizi buraya yerleştirmeyi diliyor." diye belirtiyordu.

Diğer bir yazıda ise İngiliz Yüksek Komiserliğinden Tom Hohler ise 5 Aralık 1919'daki durumu şöyle özetliyordu;
"İstanbul'un Türkler tarafından yönetilmesine son vermek için şimdiki koşullardan yararlanılmaması çok yazık olacaktır. Türk yönetimi domuz ahırını yönetecek yetenekte değildir. Örgütleri parçalanmış, bozguna uğramıştır, sefalet içindedirler. İstanbul, işgal günleri yaşıyor. Buradaki yönetim, her İngilizi tiksindirecek kadar aşağıdır. "

Tüm bunlar yetmezmiş  gibi  Vahideddin ve  Damat Ferit'in hazırladığı, topraklarımızı kayıtsız şartsız İngilizlere teslim etmeyi amaçlayan ve 7 maddeden oluşan bir anlaşma 12 Eylül 1919 tarihinde  gizlice  imzalanıyordu. Ancak, metnin Fransızların eline  geçmesi  sebebi ile daha sonra  anlaşma yalanlanıyor  ama  aynı  anlaşma  metni  22  Ocak  1920'de  The New York Herhalde Tribüne adlı Amerikan gazetesince tüm yayımlanıyordu.
Atatürk'ün Samsun'a gitmesinden sadece 50 gün önce gerçekleşen bu hadise Kurtuluş Savaşına Vahdettin tarafından verilen desteğin açık bir göstergesidir.


Yine Sevr anlaşması maddelerinin görüşülmesi için bir Şura yapması, anlaşmayı red etmemesi ve ardından heyet görevlendirip metni imzalatması da konuyu desteklediğinin diğer bir kanıtıdır.
Kaldı ki, bazı kişilerce anlaşma padişah tarafından onaylanmadı denilse de İngilizlerin raporlarında anlaşmanın Padişah tarafından da imzalandığına yönelik ifadelerin bulunduğunu da unutmamak lazım.

Çok ağır bedel ödenen ancak zaferle sonuçlanan Kurtuluş Savaşının başından sonuna kadar Milli Kuvvetlere karşı mücadele eden İşgal kuvvetlerine her türlü desteği veren Vahideddin, 17 Kasım 1922 sabahı küçük oğlu Ertuğrul ve hareminin mensuplarıyla birlikte Dolmabahçe Sarayından bir kayığa binerek Boğaziçi'nde demirlemiş olan HMS Malaya adlı İngiliz zırhlısı ile Malta'ya kaçmıştır.


İngilizler, Vahideddin'in İngiltere'ye gelmesini kabul etmediği için devrik padişah, bir süre Malta'da kalmış, 1922 sonunda Hicaz kralı Hüseyin'in daveti üzerine 20 Nisan 1923'e dek Hicaz'da kalmıştır. Daha sonra İngiltere'nin baskısı üzerine buradan ayrılarak bir süreliğine İtalya'nın Cenova kentinde yaşamıştır. 11 Haziran 1923'te San Remo kasabasına taşınan Vahideddin, 16 Mayıs 1926’da San Remo'da vefat etmiş, Cenazesi Şam'a getirilerek Sultan Selim Camiî kabristanına defnedilmiştir.

Çocukları,

*Sabiha Sultan, son Halife Abdülmecid Efendi’nin oğlu kendisinin kuzeni Şehzade Ömer Faruk efendi ile evlendi ve üç kızları oldu: Neslişah, Hanzade ve Necla Sultanlar. Sonraları boşandığı eşinin Mısır’da ölmesi ve Menderes Hükümeti’nin 1952 Haziran’ında hanedanın hanım mensuplarının Türkiye’ye girişini serbest bırakmasından sonra Türk vatandaşı oldu ve "Osmanoğlu" soyadını alarak İstanbul’a yerleşti. 26 Ağustos 1971’de ortanca kızı Hanzade Sultan’ın Yeniköy’deki yalısında vefat etti.

*Fatma Ulviye Sultan, son Osmanlı sadrazamı Ahmet Tevfik Paşa’nın oğlu İsmail Hakkı Tevfik Bey ile babasının veliahtlığı sırasında evlendi. Bu evlilikten Suade Hümeyra Hanım dünyaya geldi. Ancak, İsmail Hakkı Tevfik Bey İstiklal Savaşı’na katılınca Vahdettin, evlilik kontratındaki bir maddeye dayanarak Ulviye Hanım’ı eşinden boşattı.
Ulviye Sultan ikinci evliliğini Zülfükar İsmail Paşa’nın oğlu Ali Haydar Bey (Germiyanoğlu) ile yaptı. Bu evlilikten çocuğu olmadı.
Sultan Vahideddin’in ölümünden sonra yaşamını Avrupa’nın değişik kentlerinde, ardından Mısır’da sürdürdü. Ablası gibi ülkeye geri döndükten sonra 25 Ocak 1967′de İzmir’de vefat etti. Cenazesi İstanbul’a getirilerek Çengelköy Mezarlığı’na defnedildi.

*Ertuğrul Osmanoğlu Babasının vefatından sonra uzun yıllar yaşadığı yurt dışında 1994-2009 yılları arasında Osmanlı Hanedanının hanedan reisliğini yaptı. Hanedanın Osmanlı Devletinin yıkılmasından önce doğmuş son erkek üyesiydi. 1974 yılında yürürlüğe konulmuş bir af kapsamında, ailenin diğer üyelerini takiben, ilk kez 1992 yılında Türkiye'ye geldi. 2004 yılında da Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığını aldı. Daha ziyade New York Manhattan'da yaşadı. 23 Eylül 2009 tarihinde İstanbul'da, böbrek yetmezliği nedeniyle tedavi gördüğü Amerikan Hastanesi'nde 97 yaşında vefat etti.
26 Eylül 2009 tarihinde Sultanahmet Camii'nden kaldırılan naaşı, Bakanlar Kurulu Kararı ile Çemberlitaş'taki II. Mahmud Türbesi'ne defnedildi.

Saygılarımla.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.