31 Ocak 2017 Salı

İlticanın Dünü ve Bugünü



Bu belge, bizzat Sultan Vahdettin tarafından İşgal Orduları Kumandanı General Harrington'a resmi olarak iletilen orjinal el yazısıdır.

Yazının günümüz Türkçesi aşağıdaki gibidir ;

Dersaadet İşgal Orduları Başkumandanı General Harrington cenablarına.

İstanbul'da hayatımı tehlikede gördüğümden İngiltere devleti fahlmesine iltica ve bir an evvel İstanbul'dan mahalli ahara naklimi talep ederim efendim.

16 Teşrinisani (Kasım) 1922  Halifei Müslimin Mehmet Vahidettin



Vefa







1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nda ölen 5.000 civarında Rus askerinin anısına Şenlikköy Mah.'de Galitaria'da (eski Kalkıratya Köyü'nün hemen yanında) savaş tazminatı olarak yapıldığı bilinen anıt, 1895 yılında II'nci Abdülhamit ile sağlanan uzlaşma gereği, Rusya'nın İstanbul'daki askeri ateşesi Albay Peçkov'un taslak çalışması üzerine Rus mimar Bozarov tarafından tasarlanıp inşa edilmişti.



 1’inci Dünya Savaşı başladığında,1877-1878 yenilgisinin anısını taşıdığı ve utanç kaynağı olduğu düşünülen anıt, 14 Kasım 1914 tarihinde Mahmut Şevket Paşanın emirleri ile Bayrampaşa'dan gelen birlik tarafından yıkılmış, enkaz çalışmaları  3 ay gibi bir sürede tamamlanmıştır.

Peki, 600 yıllık tarihi geçmişte Halkının acılarını, hüzünlerini gömdüğü Türküleri dışında Devletin, Türk Askeri için yaptığı böyle bir anıt biliyor musunuz? 
Saygılarımla.

Türbe


Sevgili Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (S.A.) 08 Haziran 632 tarihinde Hak'kın rahmetine kavuşmuştur ve o dönem itibari ile türbesi yoktur.



İslam dünyasında bilinen en eski türbe, Peygamber efendimizin vefatından 230 yıl sonra Samarra'da Abbasi Halifesi Muntasır'ın annesi tarafından 862'de yaptırılan ve fotoğrafta görülmekte olan Kubbetü's-Süleybiye'dir.

Bugün, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde, farklı kategoride 200'ün üzerinde türbe olduğunu ve bir kısmının ağırlıkla halkın temiz dini duygularını istismar etmek isteyen kişilerce bilerek ve isteyerek yanlış kullanıldığını, devletin bu konuda herhangi bir önlem almadığını, şimdilerde ise türbe isminin bazı yayın ve yayımlarda sıklıkla "Anıtmezar" olarak dile getirilmeye başlandığını ve bu kavramın “Anıtkabir” ile irtibatlandırmaya çalışıldığını biliyor muydunuz?
Saygılar.

Osmanlı İmparatorluğu'nun Milli Marşı




Osmanlı döneminde millî marş yerine padişah marşları vardır ve devletin 19. yüzyıla kadar resmi ya da ulusal bir marşı olmamıştır.

Padişah II. Mahmut dönemin de İtalyan Guiseppe Donizetti İmparatorluğa çağırılmış ve bestelenen Mahmudiye Marşı, Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk resmi marşı olmuş, ancak ulusal nitelikte olmamıştır.

Tanzimat Devri sırasında ilk ulusal marş olan Mecidiye Marşı bestelenmiş ve bugün Türkiye Cumhuriyeti'nin kullandığı "Beyaz ay yıldızlı al bayrak" resmi bayrak olarak kabul edilmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu, resmi olarak şu marşları kullanmıştır;

*Mahmudiye Marşı, 1808-1839 yılları arası kullanıldı. Guiseppe Donizetti ve kardeşi Gaetano Donizetti, marşı II. Mahmut için besteledi. 
*Mecidiye Marşı, 1839-1861 yılları arası kullanıldı. Guiseppe Donizetti tarafından Abdülmecit için bestelendi. *Aziziye Marşı, 1861-1876 yılları arası kullanıldı. Callisto Guatelli tarafından Abdülaziz için bestelendi. 
*Hamidiye Marşı, 1876-1909 yılları arası kullanıldı. Necip Paşa tarafından II. Abdülhamit için bestelendi. 
*Reşadiye Marşı, 1909-1918 yılları arası kullanıldı. Italo Selvelli tarafından Mehmet Reşat için bestelendi

Ve bugün; sözleri Mehmet Akif Ersoy'a, bestesi Osman Zeki Üngör'e ait olan 18 Mart 1921'de TBMM tarafından Türkiye Cumhuriyeti'nin Milli Marşı olarak kabul edilen “İstiklal Marşı'mız”. 



Bedelli Askerlik





Osmanlı'da bedelli askerlik uygulaması, yeniçeri ocağının kapatılmasının ardından "Bedel-i şahsi" adı altında kanunlaştı.

Bu ilk uygulama, kişinin zorunlu olan askerlik görevini yapmamak için devlete para ödemesi yerine bir başkasını askere göndermesini içeriyordu. O dönemde beş yıl olan askerlik hizmeti kurayla belirleniyordu. Kurada adı çıkan kişi, yerine, belli şartları taşıyan (25-30 yaşlarında, beyaz (siyah köleler kabul edilmiyor), bulaşıcı hastalığı olmayan, ruhsal durumu askerlik yapmaya elverişli, yüz kızartıcı suç işlememiş ve çevresinde kötü tanınmayan biri olması gibi) diğer bir kişiyi askere gönderebiliyordu.

İLK PARA KARŞILIĞI ASKERLİKTEN MUAFİYET 1870'DE

Osmanlı'da, "Para ödeyerek zorunlu askerlik hizmetinden muafiyet" konusundaki ilk gerçek uygulama, 1870'de çıkarılan "Tenkisat-ı Cedide-i Askeriyeye Tevfikan ile tanzim olunan Kura Kanunname-i Humayunu" ile başladı. Bu kanun uyarınca, "bedel-i şahsi" bulamayanlara, 15 bin kuruş "bedel-i nakdi" vererek, 3 aylık bir askeri eğitim dışında, 5 yıllık zorunlu askerlikten muaf tutulmanın yolu açıldı.

Bedel karşılığı askerlikten muafiyet uygulaması, küçük değişikliklerle Meşrutiyet döneminde de sürdü. 1886’da "Ahz-ı Asker" (Askere Alma) kanunu çerçevesinde yapılan değişiklikle "Sadece parasal usulle" bedelli askerlik uygulaması başladı. Bu kapsamdan faydalanacaklara 50 Osmanlı altını verme zorunluluğu getirildi. Bunlar, ayrıca memleketlerine en yakın askeri birlikte 5 ay süreyle eğitim göreceklerdi. 
1911 yılına gelindiğinde daha önce belirlenmiş bu rakam yüksek bulununca, bedel 30 Osmanlı altınına kadar düşürüldü.” 

OSMANLI'DA BEDELLİ ASKERLİK TÜRKÜSÜ BİLE VAR

Osmanlı dönemindeki bedelli askerlik uygulaması için, Anadolu'da o dönemde Sivas dolaylarında derlenen türkünün sözleri ise şöyledir; 
"Yemen yolu çukurdandır,
Karavana bakırdandır,
Zenginimiz bedel verir, 
Askerimiz fakirdendir..." 

CUMHURİYET DÖNEMİ: SON 30 YILDA 4 BEDELLİ ASKERLİK UYGULAMASI

Son 30 yıllık dönemde, ilk bedelli askerlik uygulaması 1987 yılında, Turgut Özal'ın Başbakanlığı döneminde çıkarıldı. Ardından da 1992, 1999 ve 2012 tarihlerinde bedelli askerlik kanunları çıkarıldı.

Bugün hangi noktadayız takdir sizlerin. Saygılar.

İzmir İktisat Kongresi (17 Şubat - 4 Mart 1923)






Amaç; 

1. Ekonomik bağımsızlığın yöntemini belirlemek. 
2. Milli ekonominin amaç, izlenecek yöntem ve hedefini belirlemek.
3. Milli ekonominin temellerini atmak.

Kongrede Alınan Bazı Kararlar;

1.Anonim şirketlerin kuruluşunu kolaylaştırmak.
2.Milli bankalar kurmak. 
3.Demir yolları inşaatının hükümetçe bir programa bağlanması. 
4.Sanayii teşvik etmek. 
5.Yerli malının kullanımına önem vermek. 
6.Teknik eleman yetiştirecek okullar açmak. 
7.Sanayi mallarının gümrük vergileri ile korunması. 
8.Ulaşım sorunlarının çözülmesi. 
9.Tüketim mallarının üretimine öncelik vermek. 
10.Yabancı kurumları millileştirmek.

Kısa Vadeli Sonuçları;

1. Bu Kongre ile Misak-ı İktisadi kabul edildi, bu çerçevede bağımsız, liberal ve milli ekonomiyi benimsendi ve ekonomik tedbirler ve yatırım planları bu esasa uygun olacak şekilde yapıldı.
2. Bağımsız ekonomi için ilk adım Lozan’da kapitülasyonların kaldırılması ile atıldı. 
3. 1930’da Merkez Bankası’nın kurulması ile Türk parası yabancı sermaye elinden kurtarıldı. 

Cumhuriyetin İlk Yıllarında Devlet Desteğine Rağmen Özel Girişimin Beklenen Verimi Gösterememesinin Sebepleri; 

1.Özel sermayenin yetersizliği. 
2.Yetişmiş iş gücünün yetersizliği. 
3.Deneyim ve bilgi eksikliği. 
4.1929’da dünya ekonomik bunalımının çıkması.

Acaba bugün neredeyiz ve ne kadar istikrarlıyız? Saygılarımla.

Harem






Osmanlı sarayı Birun, Enderun ve Harem olmak üzere üç bölümden meydana geliyordu. Bunlardan birisi olan Harem ismi, arapça ‘haram’,yasak kelimesinden gelir. Ev, konak ve saraylarda genellikle iç avluya bakacak bir şekilde planlanan, hane kadınlarının yabancı erkeklerle karşılaşmadan günlük hayatlarını sürdürdükleri kısımdır.

Fatih Sultan Mehmet ile birlikte şehzadeler, yabancı hanedan mensupları ile evlenmeyi bıraktıklarından o tarihten sonra harem, hanedanın devamı için vazgeçilmez bir unsur haline geldi. Harem, azad edilen hanımlar içinden Enderun mektebinde yetiştirilen ağalarla evlendirilecek hanım adayları da yetiştirerek bir devlet aristokrasisi de oluşturuyordu. Haremin kurumsallaşması III'ncü Murat zamanında tamamlanmıştır.

Osmanlı sarayının cariye ihtiyacı, savaşta ele geçen esireler veya esir pazarlarından satın alınan kadın kölelerden sağlanıyordu. Katı bir hayat hem Harem’de hem de Enderun bölümünde esastı.Hareme gelen yeni kızlara acemi denilirdi. Bunlara, ilk olarak usta cariyeler tarafından terbiye, nezaket ve büyüklere karşı hürmet gibi edep ve ahlak kuralları bütün ayrıntılarına kadar dini ve pozitif bilim dalları uygulamalı olarak öğretilirdi.Harem’de okuma-yazma oranı çok yüksektir. Hatta birçok cariye, hizmetinde oldukları pek kabiliyetli olmayan bazı şehzadelerden daha iyi okuma-yazma bilirdi. Kızların kavgacılığı, muzır dedikoduculuğu, hele hafif tertip de olsa hırsızlıkları affedilmez, cezalandırılırdı.

Saray adabına dikkat edilmesi gerekir, dikiş-nakış, sofra hizmeti, musiki ve raks da öğretilirdi. İçlerinde hattat olanlar, hatta Hürrem Sultan gibi şaire olanlar da vardı. Harem’de yemek pişirilmez, mutfaklardan gelen yemekler Harem’in girişinde bir taş set üzerine bırakılır, dağıtılan yemek yendikten sonra kaplar temizlenerek gönderilirdi. ‘Valide Sultan Dairesi’, Harem’in reisi olan padişah annesinin bölümüdür. ‘İkbal’ yani gözde ve hasekilerin oturduğu bölüm ise küçük odalardan oluşurdu. Saraylı kızlar, ‘kırk merdiven’ denen alt bölümde yatar kalkarlardı. 

Girişte ‘Harem ağaları’ yer alır. Darüssaade Ağası’nın (Kızlar Ağası) dairesi ise daha yukarıdadır; orada bir kitabet ve muhasebe dairesi de vardır, çünkü Darüssaade Ağası sadece Harem hizmetkarlarının reisi olmayıp, aynı zamanda Padişah ve Valide Sultan adına Haremeyn vakıfları(Mekke-Medine’deki vakıflar)'nı da yönetirdi. Tanzimat’tan sonra ve bilhassa II. Meşrutiyet’te harem ağalarının rütbe ve yetkileri düşürülmüş, sayıları hayli azalmıştır. 

Harem'in kuruluş felsefesi ve uygulama alanları bunlar imiş. Ama, ya İmparatorluğun ileri dönemi ve sonrası? Saygılarımla. 

Nereden Nereye





1911-1923 yılları arasında 4 milyon km2'den fazla toprağı kaybeden ve yıkılan Osmanlı İmp.'nun yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti, imzaladığı Lozan Antlaşması ile; 1912 öncesi borçların %62 sini, 1912 sonrası borçların ise % 77'sini üstleniyordu. Bu kapsamda ödenmesi gereken borç miktarı  84.597.495 TL. idi.  Türkiye Cumhuriyeti'nce devralınan bu borçların ödemesi, planlanan süreden 29 yıl önce,1954 yılında bitirildi.

Osmanlı Devleti'nden, Türkiye'ye kalan sanayi mirasını gösteren en iyi kaynak, Ticaret ve Ziraat Nezareti tarafından yaptırılan 1913-1915 yılları sanayi sayımıdır. Buna göre; Osmanlı Devleti'nde yüksek fırınlar ve metalurji fabrikaları yoktur. İzmir'de bulunan montaj niteliği taşıyan buhar makinası, içten yanmalı motorlar, un, sabun, yağ, havlu ile makarna fabrika tesisatı imal eden dört fabrika ve Adana ile Tarsus'taki dört pamuk ipliği fabrikası dışında önemli sayılabilecek herhangi bir sanayi kuruluşu bulunmamaktadır. Bu kuruluşların  büyük çoğunluğu ise yabancılara ve onların himayesindeki yerli gayrimüslimlere aitti.

01 Teşrinev-vel (Ekim) 1910 tarihinde İstanbul bölgesinin kullanım ihtiyacı için elektrik tevzi şebekesi yaptırılması ve sistemin 50 sene süresince işletilmesi hususunda beynelmilel bir ihale yapılmış, ihaleyi Macar Ganz Şirketi almış, ihalede Anadolu yakasının elektriklendirilmesi işi ise sonraya bırakılmıştır. Şirket, Kabataş'ta iki adet 500 beygir gücünde lokomobil kurmuş, bu lokomobillerin kayışla çevirdiği jeneratörler 11 Şubat 1914 tarihinde İstanbul tramvaylarına (yapım tarihi 1871), üç gün sonra da İstanbul şebekesine ve abonelere akım vererek ahaliyi elektrik ile tanıştırmıştır. Böylece ülkenin diğer yerleşim merkezlerinde elektrik yok iken İstanbul, İzmir ve Tarsus'a elektrik ulaştırılmış oldu.

1923 yılında Türkiye nüfusunun 11-12 milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir. İlk kapsamlı nüfus sayımı ise ancak 1927 yılında yapılabilmiştir. Sayım sonucunda nüfusun 13.648.270 olduğu, bu nüfusun %75,8'inin kırsal (10 binden az nüfuslu), %24,2'sinin ise kentsel alanlarda yaşadığı tespit edilmiştir. Resmi olmayan verilere göre 1923-1924 Eğitim-öğretim yılında Türkiye de 4.894 ilkokul, 23 lise, 64 meslek okulu, 9 fakülte ve yüksek okul olmak üzere toplam 5.062 öğretim kurumu vardır. Bu okullarda görevli olan öğretmen ve öğretim üyesi sayısı ise toplam 11.918 iken öğrenci sayısı ise 358.548'dir. ( İlkokul 341.941, ortaokul 5.905, lise 1.241, meslek okulu 6.547, yüksek öğretim 2.914 öğrenci) Eğitim-öğretim durumu hakkında ilk resmi veriler ise ancak 1935 yılında toplanabilmiş, buna göre okuma yazma bilenlerin toplam nüfusa (16.158.567 kişi) oranı% 19.2'ye (Bunun % 29.3’ünü erkekler, % 9.8’ini ise kadınlardır) ulaşmıştır.

1923 yılında 11-12 milyon nüfus için ülkemizde sunulan sağlık hizmetleri, 86 adet hastahane ve sağlık kuruluşunda 554 hekim, 69 eczacı, 4 hemşire, 560 sağlık memuru ve 136 ebe ile verilmekte idi. Toplam hasta yatağı kapasitesi ise 6.437 dir. (1700 kişiye bir yatak) Cumhuriyet ilan edildiğinde, ulusal sınırlarımız içinde; 13.900 km’si stabilize şose,  4.450 km’si toprak olmak üzere, toplam 18.350 km yol ve 94 köprü vardı. Demiryolu hattı ise 4.559 km.idi ve büyük kısmının bakım/ onarım ihtiyacı olduğu gibi batıdaki ray genişliği ile Doğu bölgesindeki ray genişlikleri de aynı değildi.

Türkiye’de 1923 yılında alt yapı eksikliği sebebi ile sulamanın bile yapılamadığı, karasaban kullanıldığı tarımda,1940 yılına gelindiğinde yürütülen bilimsel ve planlı tarım politikaları ile toplam traktör sayısının 1.066'ya ulaştığı, üretimin arttığı görülmüştür. Yeraltı ve üstü kaynaklarda Osm. İmp.'luğu zamanında yabancılara verilen ve imtiyazlarla işletilen birkaç metal madeni, kurşun, çinko, bakır, (Zonguldak'taki) taş kömürü, kireç, kükürt ve taş ocakları dışında ülkede madencilik yapılmıyordu.

Bugün bizler, Atatürk ve silah arkadaşlarının kurup bize emanet ettiği bu ülkeyi, '' Geçmişi unutmadan Geleceğe yönelik gayretlerimizi artırarak'' çağdaş ve hukukun üstün olduğu demokratik, laik ve sosyal bir devlet haline getirme sorumluluk ve bilincinde olmalıyız.
Saygılarımla.

30 Ocak 2017 Pazartesi

Atatürk'ü Anlamak





Atatürk, 1933 yılında, Cumhuriyetin 10'ncu yılı kutlamalarında; “Bugün Sovyetler Birliği, dostumuzdur, müttefikimizdir. Fakat yarın tıpkı Osmanlı ve Avusturya-Macaristan İmp. gibi parçalanabilirler. Bugün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. İşte, o zaman, Türkiye ne yapacağını bilmelidir… Dostluğumuz dairesinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Manevi köprüleri sağlam tutarak hazırlamak lazımdır. Dil bir köprüdür. İnanç bir köprüdür. Tarih bir köprüdür. Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekli.” demiştir.

Bu çerçevede Atatürk'ün Türk'e olan sevgisini bilen Özbek-Türk Liseleri Genel Müdürlüğünce Özbekçe  yayımlanan “Türk Halkının Büyük Evladı” adlı eser, Özbekistan Cumhurbaşkanı islâm Kerimov’un şu önsözüyle başlamaktadır; “Sadece kardeş Türk halkının değil, tüm Türk halklarının büyük evladı ve gururu olmuş Mustafa Kemâl Atatürk 29 Ekim 1923’te devletin yeni yönetim biçimi olan Cumhuriyeti ilan etti. Tüm alanlarda reformlar yaptı. Reformların amacı, ulusal geleneklere zarar vermeden ülkeyi, dünyanın ileri ülkeleri düzeyine çıkarmaktı. Eserlerinde, konuşmalarında yaşamın tüm alanlarındaki gelişmeleri analiz etmiş, uzun dönemli önlemler ve yapılması gerekenleri açıkça belirtmiştir."

Kitabın; 
İlk bölümünde “Mustafa Kemâl Atatürk’ün yaşamı, ilkeleri ve reformları”,
İkinci bölümde “Nutuk” dan 1919-1924 yılları arasındaki olaylar,
Üçüncü bölümde Atatürk’ün demokrasi, devlet, inkılâp, dış politika, din, eğitim, ekonomi, kadın, basın konularındaki görüşleri,
Dördüncü bölümünde ise ABD, Fransa,İngiltere, Irak, İran, Pakistan, Endonezya vb. ülkelerin devlet adamları ile politikacılarının Atatürk ile ilgili görüşleri yer alıyor.Tüm değerlendirmelerin ortak noktası ise, "Atatürk’ün 20. yüzyılın en büyük devlet adamlarından biri olduğu"dur.

Özbekistan'da 22 Nisan 1998 tarihli gazeteler ise; “Atatürk ismi bizim buralarda yeterince tanınmadı. Ancak, Amerika’dan Almanya’ya, İngiltere’den Fransa’ya, İran’dan Pakistan’a, yani eski Sovyetler Birliği halkları dışında, dünyanın tüm insanları tarafından O, ülkü bir isim olarak tanınıyor. Türk halkı, büyük hizmetlerinden dolayı ölümünden önce O’nu Türk’ün atası, yani Atatürk (1934) olarak adlandırdı. Atatürk giderek gerileyen ülkeyi kurtardı. Onun amacı, Türkiye’yi çağdaş, ileri bir kültür düzeyine ulaştırmaktı. Atatürk, batının deneyimlerine dayandı. Ama Türklüğü inkar eden, ulusçuluğa zarar veren düşünceleri kabul etmedi. Ulusal kalkınmada, çağdaşlıkta batıyı bir araç olarak gördü. Türkiye’yi gelişmiş ülkeler arasında görmek onun arzusuydu. 

Yeni Türk devletinin esaslarını belirledi, yeni bir yoldan götürdü, işte bu ulu insan adına yazılan kitap “Türk Halkının Büyük Evladı Atatürk” adıyla ilk kez Özbekçe’ye çevrildi.” ........ “En ilginç noktalardan biri de, 20. yüzyılda totaliter rejimin kurucusu olan Lenin ve onun ardından gelen Kruscev, Kosigin gibi isimler de Mustafa Kemâl’den övgüyle söz ediyorlar. Ne yazık ki Atatürk’ün özgürlük, ulus-severlik konusundaki görüşleri bizden gizlenmiştir.

20’li ve 30’lu yıllarda Özbek halkının asıl ulussever kişileri “ulusçu”, “yabancı ülke ajanı”, “Pan-Türkist” gibi siyasi suçlarla birlikte “Kemalci”, “Atatürkçü” diye hapse atıldılar. Fakat bağımsızlıktan sonra bu suçlamaların asıl anlamı ortaya çıktı. Tutuklanan kişilerin vatansever, ulussever oldukları anlaşıldı.” diyen yazılar yer aldı.

Sonuç olarak; Atatürk, hiç bir zaman tarihi köklerinden kopmadı, Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumları'nı da bu maksatla kurdu. Bu yazının konusu olan kitap dışında herkesin malumu olduğu üzere, Türk ulusu ile savaşmış olsun, olmasın diğer devletlerin politikacıları, yazarları, sanatçıları da kendisi hakkında çok miktarda kitap yazmış ve övgü dolu sözler paylaşmıştır.
Tüm bunlara rağmen biz O'nu yine anlamadık.. Saygılarımla.

180 Yıllık Macera




Milletin  her  bir  ferdinin  fedakarlığı ve  Atatürk'ün önderliğinde gerçekleşen İstiklal Harbi sonrası 1923  yılında ilan  edilen Cumhuriyet  idaresinde, Türk  Kadını, hak  ettiği  yeri 
almaya  başlamıştır. Medeni  Kanun'un da  kabulü  sonrası,  rejimin  Türk  toplum hayatına kazandırdığı, sayıları her  geçen  gün artan ve bir çok alanda da dünya çapında söz sahibi olan muhterem Türk Kadınları için yüce Önder;  "Şuna inanmak gerekir ki, dünya yüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir." demiştir.
                                                                                           1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 85)

"Osmanlı'da Kadın Hakları" konusu ilk defa 1839 Tanzimat Fermanı ile gündeme taşınmıştır. 1843 yılında kadınlar ilk kez ebelik eğitim almaya başlarken, 1847 yılında bir İrade-i Seniyye ile kız ve oğlan çocuklarına eşit miras hakkı tanınmış, 1854 yılında ise beyaz esirlerin alım-satımı yasaklanmış ve İstanbul’da Tavukpazarı civarında yer alan esir pazarı da kapatılırken siyah esirlerin alınıp satılması yasağı ise ancak 1857 yılında hayata geçirilebilmiştir. Elbette ki bu kuralların hayata geçirilmesi çok da kolay olmamış,  özellikle Kafkasya kökenli kadınların satılması daha uzun yıllar boyunca devam etmiştir.

 1856 Islahat Fermanı döneminde Jön Türkler, kadın haklarını savunurken Sait Halim Paşa gibi bazı yazarlar, "Tarih boyunca bir çok uygarlığın kadın özgürlüğü ve saltanatı yüzünden çöktüğünü" söylerken, Dört kez Şeyhülislamlık görevi yürüten Musâ Kâzım ve diğer din adamları ise ; "Boşanma hakkının verilmeyişi, kadının kaprisli ve güvenilmez oluşundandır. Ona sağlanacak boşanma özgürlüğü, evliliği uçuruma sürükleyecektir." gibi beyanlarda bulunuyorlardı. Kadınlar ise her şeye rağmen1858 yılında mülkiyet hakkını kazanıyor ve aynı yıl ilk kez kadın rüştiyeleri kuruluyordu. 1869 yılında ise kadınlar için haftalık bir dergi olan Terakk-i Muhadderat dergisi yayım hayatına başlıyordu.

1881 yılında yayımlanan Sicil-i Nüfus Nizamnamesi ile Osmanlı'da artık küçük yaş evlilikleri için mahkeme izni gerekecek, evlilik işlemleri ise resmi devlet memurları vasıtasıyla yapılacaktı. Ancak, din adamlarını sistem dışına çıkaran bu radikal değişikliklere rağmen toplum hayatında resmi izin alınmadan yapılan evliliklerin geçerliliği bir müddet daha devam etti ve resmi izin usulü sadece bir formalite  olarak muhafaza edildi. 1897 yılında ise kadınlar ilk kez ücretli işçi olarak çalışmaya başladı.

II. Meşrutiyet döneminde de kadın haklarının toplumsal uygulamaları Tanzimat döneminden çok fazla öteye geçememiş ve yine bir çok kesimin eleştirilerine sebep olmuştur. 31 Mart Olayları öncesinde Kör Ali Vakası yaşanmış ve dönemin padişahı II'nci Abdülhamit'e, "Müslüman kadınların haklarının tekrar gözden geçirilmesi ve sıkı biçimde kapatılması" gibi teklifler de götürülmüştür.

1917 yılına gelindiğinde ise “Osmanlı tarihinde ilk defa kadının hukuki statüsünün ve aile hukukunun düzenlendiği Hukuk-i Aile Kararnamesi" yürürlüğe girmiş, çok eşlilik kadının rıza ve onayına bırakılmış, kadınlara boşanma hakkı verilmiştir. (Ancak boşanma hakkına yönelik düzenleme daha sonraları Hürriyet ve İtilaf Fırkasınca yapılan teklifler doğrultusunda kaldırılmıştır.) İlave olarak (…)Evliliğe yaş sınırı getirilmiş, kızların küçük yaşta evlenmelerine izin verilmemiştir. Kızların evlenebilmesi için on yedi, erkekler için ise on sekiz yaş sınır kabul edilmiştir.

Sonuç olarak; medeni ülkeler seviyesine ve hatta üzerine çıkabilmek için yapılması gereken husus, yüce Atatürk'ün ifadesi ile; "Yaşamak demek çalışmak demektir. Bundan dolayı bir toplumun bir organı çalışırken diğer organı çalışmazsa; o toplum felç olmuştur. Bir toplumun çalışması ve başarılı olması için gerekli koşullara ve olanaklara sahip olması gerekir. Bizim toplumumuz için bilim ve teknik gerekliyse; bunlarla aynı derecede hem kadınlarımızın, hem erkeklerimizin onurlanmaları gerekir." Saygılarımla.

Fes'ten Şapka'ya.






II'nci Mahmut tarafından iki yüz yıllık dönemi kapsayacak şekilde başlatılan Batılılaşma sürecinin boyutları eğitim, hukuk, siyaset gibi kıyafete de yansımıştı. İlk değişim, askeri kıyafette ve şapkada meydana gelmiştir. Ancak, Avrupa usulü şapkaların namaz kılarken zorluk çıkarması üzerine sipersiz bir şapka kullanımına ihtiyaç duyulmuştur. Serasker ve Kaptan-ı Derya Koca Hüsrev Paşa'nın Akdeniz seferi dönüşünde Fas'ta yerel halkın kullandığı, mavi püsküllü fesleri kalyoncu askerlerine giydirmesi ve bunun benimsenmesi üzerine, II'nci Mahmud'un fermanı ile fes, imparatorluğun resmi şapkası olmuş ve ilk ihtiyaç olarak Tunus’a elli bin adet sipariş verilmiştir.

Fes, 1840'lardan itibaren süvari ve topçu hariç, Osmanlı askerlerinin üniformasının bir parçası haline gelmiştir. Bu esnada Halk, kıyafet konusunda serbest bırakılmıştır. 1829'den 1925 yılına kadar kullanılan fesi, Tanzimat döneminde, İstanbul'da sivil- asker bütün görevliler giymiş, "sarık" ise resmi olarak yalnızca ulema tarafından kullanılmıştır. Fesin yüzyıllar boyu kullanılan sarığın yerini alması önemli bir yenilik olmuş, bu yüzden imparatorlukta lehte ve aleyhte birçok görüş ileri sürülmüştür. Fes için, ayrı bir "Bakanlık" kurulmuş, yayımlanan nizamname ile, fesin nerelerde giyileceği, kimlerin ne tür fes kullanacağı belirlenmiştir. İstanbul Defterdar'da bir fabrika kurularak fes yapımına da başlanmıştır.

II.Mahmud’un neden kıyafetle uğraştığını ve bu inkılâbın önemini o tarihte İstanbul’da yaşamış olan bir İngiliz gazeteci şöyle ifade etmekte idi; “Kıyafette ıslahı meydana getirebilmek için fazla enerji sarf edildi. Çünkü kıyafet halkı Avrupalılardan ayıran büyük bir maniaydı. II. Mahmud Batı kıyafetini önce kendisi benimseyen ve isteyenlerin de sakallarını kesebileceklerini irade eden ve yeni kurduğu ordusunu tam bir Avrupa ordusu olarak görmek isteyen bir padişahtı. Başa kavuk yerine fesin geçirilmesi, şalvar, cepken setre, pantolon giyilmesini sağlamak istemişti. Yenileşme hareketlerinde çok ileri gittiği için muhafazakâr çevreler tarafından "Gavur Padişah" olarak anılmıştır.”

Cumhuriyet ilan edildikten sonra da ele alınan bu konuda, 2 Eylül 1925’te Bakanlar Kurulu kararnamesi ile bütün memurlar için ( ordu ve donanma mensupları ile ulema ve hakimler hariç) Avrupa’da kullanılan elbise ve şapkanın giyilmesi zorunlu kılınıyor, Bir başka kararname ile ise din adamı hizmetleri için kıyafet olarak beyaz sarık ve siyah lata belirleniyor ve dinî kıyafetlerin sadece görev başında giyilebileceği, hizmet dışında ise şahsi elbiselerini kullanacakları karara bağlanıyordu.

25 Kasım 1925 tarihinde 671 sayılı yasayla ‘Şapka İktisası’ Kanunu kabul ediliyor ve milletvekilleri ile bütün memurlar için şapka giyme zorunluluğu getiriliyordu. Halkın diğer tüm kesimleri ise kanun kapsamı dışında tutuluyordu. Sonraları asker, polis, denizci ve öğrenci üniformalarına da hizmete yönelik ilave düzenleme getiriliyordu.

3 Aralık 1934’te ise 2596 sayılı Kanun ile "Ruhanî kisvenin sadece mabette giyileceği, ibadet ettikten sonra çıkarılacağını" içeren Müslim ve Gayrimüslim bütün ruhanilere yönelik yapılan değişiklik ile  kesin bir düzen getiriliyordu. Bu düzenleme Katoliklerin tepkisine yol açmasına karşılık Protestanlarca daha ılımlı karşılanmıştı.
Dün, Sultan ve Halife II'nci Mahmut'a söylenenlerle bugün Atatürk'e söylenenler arasında bir benzerlik yok mu sizce? Saygılarımla.

Değerlerimize Sahip Çıkmak ve Bağlı Olmak



Hariciye  ve  Maliye  Nazırlıkları da  yapmış  olan  siyasi  ve  edip, Mehmet Sadık Rıfat Paşa, 1854 yılında "Ahlak Risalesi" adı altında 24 sayfalık bir kitap  yayımlamıştır. Bu kitapçık, I'nci Dünya Savaşı'na kadar sıbyan mektepleri ve rüştiyelerde okutulmuştur. Kitapçığı daha sonra;
Şarl Mismer Fransızca'ya,        Übeydullah Efendi Arapça'ya,                                               Hüseyin Danış Bey Farsça'ya,  Karolidi Efendi Rumca'ya,                                           Ohannes Paşa Ermenice'ye,    Sör Adolfus Slayt İngilizce'ye çevirmiştir.


34 bölüm olan kitapçıkta Rıfat Paşa; "İYİ ve KÖTÜ ayrımında üç temele dayanıyor ve bunları; İlim, An'ane, içinde bulunulan çağ olarak (Bugünkü çağdaş pedagojinin de temelleri) belirtirken, İYİ AHLAK için temel şart ilimdir. İnsan ile hayvanı ayıran ilimdir. İtibar ve refahın sahibi ilimden gelendir. İlmin de gayesi; insanlığa, memlekete ve millete faydalı olmaktır." diyordu.

Devamında; "İki yüzlü olma. Aklının ve ilminin gösterdiği yolda daim ol. Hoş gözükmek için söz ve hareket fedakarlığı yapma. Bu hal, insanlar için en yüce varlık olan haysiyeti yok eder. Gıybet etme, arkadan konuşma, mürüvvet ve insaniyet, kötüyü de, iyiyi de açıkça söylemeyi emreder, Ziyankar yetişme. Yemediğin lokma, yırttığın kağıt, vakitsiz eskittiğin urba, ailenin ve memleketin ziyanıdır, Allah, Devlet, Aile ve Millet'e en büyük fenalık; gayrının alınterini çalarak yaşamaktadır, Hırsızlık, hem günah, hem ayıp, hem suçtur. Hırsız damgası insanı mezarında da kovalar." diyordu.

"Garaz ve kin, ateşten gömlektir. Nefsini onlardan koru. Kine kapılma. Allah indinde nezri olmayan bir suçtur. Bundan sakın, Kişinin işinde ve sözünde doğru olması, iyi ahlakın özüdür. Buna Sadakat derler, Vefalı ol. Kuran'ı Kerim'de Cenabı Hak, "Vefa, insanlara en büyük ihsanımızdır." buyurmuş. Ona layık ol, Kanaat sahibi ol. Açgözlülük etme. Hırs ve tamağ zebunu olma, Acele ve inad iki kötü alışkanlıktır. Çok düşün. İyi gitmeyen iş'de inad, sebat etmek demek değildir, Riayet etmesini, saymasını öğren. Bildiğin fikir bile olsa saygı ile dinle, karıncadan bile alacağın dersler vardır." diye devam ediyordu.

Rıfat Paşa, bir yandan 1854 yılında ahlaki eğitimin gereklerini anlatmaya çalışırken öncesinde de devlet ve toplum yaşamını Batı'nın siyasal düşüncesi ve Osmanlı İmp.'luğunun ihtiyaçlarını harmanlayarak 1837 yılında kaleme aldığı "Avrupa'nın Ahvâline Dâ'ir Risâle"sini yayımlamıştı. Risale'de toplumsal ihtiyaçlara yönelik ana başlıklar;
1-Ülkede kanun devletinin tesis edilmesi,
2-Tebaya can ve mal güvenliği sağlanması,
3-Üretkenliğin ve milli servetin arttırılması,
4-Halkın eğitim seviyesinin yükseltilmesi olarak ifade edilmekte idi. Bu başlıklar zamanında Tanzimat'ın felsefesini oluşturmuştu.

Devleti kurtarmaya yönelik yaşanan tüm bu ve benzeri iyi niyetli gayretlere yaşamı boyunca şahit olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk, sebep ve sonuçları çok iyi gözlemlemiş, stratejiler geliştirmiş, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşu ile birlikte bunları gelişime açık olacak şekilde her alanda, devlet ve toplum yaşamına kazandırmıştır.
Bunları gerçekleştirirken gelecek nesillere hitaben, o muhteşem veciz sözünü de hafızalara kazımıştır.
"Türk, övün, çalış, güven!"  Saygılarımla.

Birinci Dünya Savaşı'na Giriş



Bahriye Nazırı ve Ordu Kumandanı Cemal Paşa, Yakup Kadri ve Falih Rıfkı ATAY ile yaptığı bir sohbet esnasında Osmanlı İmp.'luğunun 1'nci Dünya Savaşı'na girişini şöyle anlatıyordu;

"İstanbul ve Boğazların, Almanya’ya karşı savaşa girmesi halinde Rusya'ya bırakılacağına ilişkin İngiliz ve Fransızlarca onaylanmış belgeler vardı. Ordumuz ve donanmamızın yeter kudrete sahip olması için BÜYÜK BİR DEVLET ile anlaşmaya mecbur idik. Hazine de bomboştu, memura aylık bile ödeyecek vaziyette değildik. Ne iç, ne dış devlet borçlarını veremez hale gelmiştik. Fransa’ya ben ve Maliye Nazırı Cavit Bey beraberce gitmiştik. İngiltere’den de Tevfik Paşa ve Rauf Bey eli boş dönmüşlerdi. Harp, kapımızın eşiğindeydi. Tarafsız kalmamız da mümkün değildi. Almanların verdiği "25 milyon Reşad Altını" bu şartlar içinde çarelerin en sıcağı geldi ve kabullendik.."

O tarihte  yapılan bu değerlendirme sonucu, Sadrazam Said Halim Paşa yalısında (Yeniköy Anlaşması) GİZLİ BİR İTTİFAK yapılıyor, ancak, bundan ne Meclis üyelerinin, ne Padişahın, ne de diğer nazırların haberi olmuyordu. Kabinenin Ermeni Bakanları durumu öğrenince protesto ediyor ve ayrılıyorlardı. Ancak, alınan karar doğrultusunda hem Enver Paşa hem de Cemal Paşa'nın 29 Ekim 1914'te, Goeben ve Breslau yani Yavuz ve Midilli zırhlılarındaki  Alman Komutan ve askerlerine, Rusya ve Kırım sahillerini bombalama emrini bizzat, yazılı olarak vermeleri sonucu savaşa giriyorduk.

Müttefik seçimi ve savaşa girme kararına Mustafa Kemal, İsmet İnönü (yazılı olarak), Kazım Karabekir ve diğer karargah subayların yaptığı sözlü itirazlar sonuçsuz kalmıştı. Almanların bizim savaşa girmemizde en önem verdikleri husus ise, Halifenin Cihad ilanı idi. Ancak, ilerleyen zamanda sonucu yaşayarak öğreneceklerdi. Böylece Osmanlı tarihinde ilk defa genel seferberlik ilan ediliyor, o tarihe kadar askerlikten muaf tutulan medrese öğrencileri ve gayrimüslimler silah altına alınıyor, Şeyhülislamın gürültülü nümayişi ve protestosuna rağmen bazı vakıfların gelirlerine el koyuluyordu.

Tüm Cepheler (Sınırlarımız içinde veya sınırlarımız dışında Müttefikleri takviye) için toplanan asker sayısı 1,5 milyona ulaşıyor ve savaş, İmparatorluğun yıkılışı ile sonuçlanıyordu. 

İşte, her şeyini kaybetmiş bir ulus, Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve kıymetli silah arkadaşlarının gayret ve önderliğinde genç Türkiye Cumhuriyeti'ni kurarak yeni nesillere emanet ediyordu. Bu emanete sahip çıkmak, onu içeriden ve dışarıdan gelecek her türlü tehdide karşı birlik ve beraberlik  içinde korumak her Türk vatandaşının birinci vazifesidir. 

Ancak, unutulmamalıdır ki; tarih derstir ve tekrarını önlemek için "Neden ve Nasıl" soruları hep sorulmalı, sonucu üzücü ve hukuki de olsa cevap aranmalıdır. Saygılarımla.

Sarıkamış Harekatı


Balkan Savaşı sonrası yaşanan yenilgi sebebi ile bölgeyi terk eden bir kısım Türk halkı ile yeniden tertiplenme ihtiyacındaki birlikler, 1914 yılı başlarında İstanbul'a, göç ve intikal ediyorlardı. Yaşanan bu yoğunluk sebebi ile gelenlerin iskanını sağlayacak yer kalmamış, sivil-asker kişilerin bir kısmı Ayasofya, Sultan Ahmet, Şehzadebaşı ve Eyüp Camilerine yerleştirilmişler, yer bulunamayanlar ise İstanbul Ahalisinin evlerine dağıtılmışlardı. Soğuk ve korkulan hastalık tifüs en büyük sorunu oluşturuyordu. Askerde, Balkan Savaşı'nın yorgunluk ve noksanlıkları gözle görülür boyutta idi.

Teçhizat eksikliği bir yana, açlık ve sefalet sebebi ile yorgun düşmüş askerin potinleri delik, büyük çoğunluğunun kaputu, eldiven ve çorapları yoktu. Şehirde yoğunluğu azaltarak asayişi temin etmeye çalışan hükümet, askerlerin takviye edecekleri birlikleri belirliyor ve bekletmeden sevk ediyordu. 3'ncü Ordu bölgesini takviye edecek birlikler, İstanbul'dan gemi ile Trabzon'a taşınıyor, oradan karayolu ile ve yaya olarak Gümüşhane, Bayburt, Erzincan ve Erzurum istikametinde intikal ediyor, daha sonra 3'üncü Ordu birliklerine dağılıyorlardı.

Olumsuz kış ve çevre şartlarında 300 km. civarında gerçekleştirilen bu intikalde, yetersiz iaşe, eksik ve onarıma muhtaç teçhizat sebebi ile, daha, Erzurum'a ulaşmadan kayıplar verilmeye başlanmıştı. Buna bir de Ermeni çeteleri ile haydut ve kaçakların yaptığı saldırılar da eklenince zaiyatın her geçen dakika daha da artıyordu.Erzincan'a ulaşıldığında, farklı bölgelerden gelen diğer takviyelere de elbise ve teçhizat verilemediği, mahalli kıyafetler ile eğitime alındıkları, bazı askerlerin üzerinde ise yazlık üniforma ve feslerin bulunduğunun görülmesi moralleri iyice bozmuştu. Silah, mühimmat ve süvari birlikleri için at ihtiyacı ise ayrı bir problem sahası idi.

3'üncü Ordu'nun bildirdiği bu ihtiyaçları karşılamak için yüklenen Bezmialem, Bahriahmer ve Mithat Paşa nakliye gemileri, Donanma K. nın dahi bilgisi olmadan Enver Paşa'nın emri ile koruma sağlanmadan Bandırma'dan Trabzon limanına  hareket ettirilmiş, gemiler 6 Kasım 1914 günü Rus gemilerince batırılmış , ikmal maddeleri ile birlikte takviye için gönderilen iki Alay asker de sulara gömülüp Şehit olmuştu. Bu esnada, Rus kara birliklerinin Erzurum istikametinde Köprüköy'e doğru geldiği haberinin alınması ise askeri derinden etkilemişti.

Bu gelişmeler üzerine, Enver Paşa, ihtiyaçların ve birliklerin yerinde incelenmesi için Erkanı Harbiye'de görevli sınıf arkadaşı Yarbay Hafız Hakkı'yı 3'ncü Ordu bölgesine görevlendiriyor ve sonrasında ondan aldığı; "Bu mevsimde yollardan hareket mümkün. Kolordu ve Ordu K. ları yeter derecede azim ve cesaret sahibi değiller, böyle bir taarruza da taraf değiller. Bu harekatın icrası için rütbem tashih edilir ve görev bana verilirse, vazifemi tereddütsüz yaparım." şeklindeki rapor üzerine kış harekatına karar veriyordu.Bu rapor sebebi ile Yarbay Hafız Hakkı ise Albay' lığa terfi ettirilerek 10'uncu Kolordu K. oluyordu.

Bu arada, Enver Paşa, kızdığı 3'ncü Ordu K. Hasan İzzet Paşa'nın görevini Mareşal Liman von Sanders'e teklif ediyor ancak Alman General'in teklifi geri çevirmesi üzerine harekat planını kendisi yapıyor ve yönetiyordu. -45 derecede uygulanacak plana göre; 9'ncu Kolordu, Sarıkamış istikametinde taaruz ederken, Albay'lığa terfi ederek 10'ncu Kolordu K. olan Hafız Hakkı, Kolordusu ile, Oltu üzerinden devamla Allahüekber dağlarını aşacak ve Rus Ordusunun Sarıkamış'ta kuşatılmasına destek verecekti. 11'nci Kolordu ise aldatma harekatı icra edecekti.

Savaş, Albay Hafız Hakkı'nın ihtiras ve yalanları ile Enver Paşa'nın söylediği iddia edilen ve kulaktan kulağa yayılan; "Ayağınızda çarık, sırtınızda palto olmadığını gördüm. Başarı giysilerle değil cesaretle kazanılır. Düşman sizden korkuyor. Allah'ı unutmayarak ileri atılınız. Kafkasya dağlarındaki babalarımızın ruhunu sevindirin. Mutluluk, ün ve onur ileride, aşağılama,  yoksulluk ve ölüm geridedir. " sözleri ile tarihteki yerini alıyor, sonuçta 32.000 Şehit, 15.000 yaralı, 13.000 kayıp veriliyor, ayrıca yöre halkı da Rus ve Ermeniler ile yerel çeteciler sebebi ile can ve mal kaybına uğruyordu.

İşte, Türk Millet'i ve onun bağrından çıkmış Türk Askeri'nin,  en az Çanakkale Muharebeleri gibi binbir kahramanlık, yokluk, fedakarlık ve eziyet yaşadığı bu hazin harekat, facia şeklinde büyük bir yenilgi ile sonuçlanmıştır. Tabii ki "Muhtaç olduğumuz kudret damarlarımızdaki asil kandadır." Ve tabii ki "Vatan sağolsun." Ancak, yaşanmış her kayıp, her seviyedeki tüm katılımcılarla birlikte sebep sonuç ilişkisi içinde tarih ve hukuk önünde yargılanıp dersler çıkarılmadığı müddetçe, yeni kayıpların olması da kaçınılmazdır. Saygılarımla.

34'ncü Padişah Sultan II'nci Abdülhamit


Sultan Abdülmecid ile Çerkez asıllı cariye Tür-i(Tiri)Müjgan Kadın Efendi'nin oğlu olan Sultan II'nci Abdülhamit, 21 Eylül 1842'de İstanbul'da doğmuş, 1876 yılında tahta çıkmış, aralıksız 30 yıl (1908) süren ve "İstibdat Dönemi"diye de anılan bir padişahlık dönemi yaşamış, II'nci Meşrutiyet'in ilanı sonrası tahttan indirilmiş, üç yıl Selanik doğusundaki Alatini Köşkü'nde ikamet etmiş, Balkan Harbi sonrası bölgenin boşaltılması sebebi ile 1912'de İstanbul'daki Beylerbeyi Sarayı'nda zorunlu ikamete alınmış, 10 Şubat 1918'de de İstanbul'da vefat etmiştir.

Şehzadeliği süresince Saray ortamlarından uzak, Maslak Köşk'ünde oturmuş, Saltanat öncesi ve esnasında kişisel gelirini değerlendirme anlamında borsa ile yakından ilgilenmiş, bu konuda Rum bankacı Zarifi ve Ermeni borsacı Assani'den destek almıştır. Sanata düşkünlüğü sebebi ile döneminde, Saray'da opera, operet, tiyatro ve tuluat etkinlikleri düzenlenmiştir. Kişisel olarak fotoğrafçılık, marangozluk ve oymacılık merakı vardır. Cülus ve doğum yıldönümleri için tören ve kutlamalar düzenletmiştir. Cariye kökenli sekiz Kadın Efendisi, beş de ikbali(Nikahsız Cariyesi) olmuştur.

Sultan Abdülhamit, 1876'da Kanun-i Esasi'nin ilanı ile birlikte geldiği saltanatta, 1877-1878 Osmanlı-Rus harbini gerekçe göstererek Meclis'i dağıtmış, anayasayı askıya almıştır. Devlet idaresini, Dolmabahçe Sarayı yerine,  Beşiktaş Yıldız korusu içine yaptırdığı, etrafı yüksek duvarla çevrili, karakollarla korumaya alınmış Yıldız Saray'ından yürütmüştür. Saray'a, sonraları çalışma büroları ve pavyonlar da ilave edilmiş, bir kaç yüz metre ilerisine de Hamidiye Camii inşa ettirilmiştir. Saltanatı süresince İstanbul dışına çıkmamış, yılda iki kez bayram namazı için Sinan Paşa Camii'ne ve bir kez denizyolu ile Hırka-i Şerif ziyaretine gitmiş, zorunlu olmadıkça İstanbul içinde de dolaşmamıştır.

Sultan Abdülhamit'in saltanatı süresince Sadrazam ve Nazırlar, aldıkları talimat gereği devletin veya İstanbul'un önemsiz her konusu ile (çeşitli tesis açılışı, toplantı, karşılama, resepsiyon vb.) ilgilenmişler, önemli konularda ise Hükümet yetkilerinin tamamını Abdülhamit, kendisi kullanmıştır. Bu dönemde "Yıldız ve Burun" kelimelerinin kullanılması yasaklanmıştır. 1879 yılında ise çok etkili bir hafiye ve jurnal sistemi kurmuştur.

Kendisi idare ile ilgili görüşlerini ise şöyle ifade etmekte idi; "Meşrutiyet ile idare edilebilmek için memleketimiz kafi derecede olgun değildir. Bu, idarede herkes için eşitlik demektir ki, bizde böyle bir şey düşünülemez. Muhakkak olan bir şey varsa, bunu istemekle memleket ve Ordu içinde ayrılık ve itaatsizlik tohumlarını ektikleridir. İmparatorluğumuzda vatan fikri ilk planda gelmemeli. İman ve Halife aşkı başta, vatan sevgisi ikinci derecede olmalıdır. Geniş bir haber alma teşkilatım vardır ki, hiç bir şey benden saklanamaz.İmparatorluk dahilinde cereyan eden her hadiseden haberim vardır. "

"Bizde sansür elzemdir. Müesseselerimizi garptaki gibi mütalaa etmeye imkan yoktur. Tebaamıza çocuk muamelesi etmeye mecburuz, hakikaten de büyük çocuklardan farkı yoktur. Hükümetimiz halkın fikrini zehirleyecek her şeyi halktan uzak tutmaya çalışmalıdır. Çok fazla Sadrazam değiştirdiğim söylenmektedir ise de bu doğru değildir. II'nci Mahmut zamanında daha fazla Sadrazam değişmiştir. Ne kadar değişiklik olursa olsun, unutulmamalıdır ki asıl Sadrazam benim."

Jurnallerle ilgili diğer bir bilgiyi ise Sultan'ın musahibi ( sohbet edilen, fikri sorulan, danışılan çoğu Sudan'lı zenci haremağası) Nadir Ağa vermektedir. "Hürriyetin ilanından sonra, bir kaç ay, kimse jurnal vermeye cesaret edemedi. Efendimiz bu durumdan çok rahatsızdı. Başkatip Ali Cevad, Padişahı bu illetten kurtarmak için çok uğraştı ama başarılı olamadı. Efendimiz yine, gizlice, tütün kıyıcısı Mustafa Ağa ve musahib Cevher Ağa vasıtasıyla Nadir Fevzi, Ali Kemal, ve Tayyar Bey'lerden tütün kutusu içinde jurnaller almaya başladı. Padişah Efendimiz okuduktan sonra jurnali yok eder, fermanını aynı kutuya koyar ve Cevher Ağa vasıtasıyla  Mustafa Ağa'ya iletirdi."

Abdülhamit saltanatında; İstanbul Terkos ve Hamidiye içme suyu şebekeleri yapılmış. Eğitim ve öğretimde Tıbbiye, Mülkiye, Hukuk, Maliye, Eczacı Mektepleri ile İstanbul'daki yeni rüştiye ve sıbyan mektepleri yanında açılan özel okul(Azınlık ve Yabancı Din Okulları) sayısı ise 30'a ulaşmıştır. Şişli Etfal Hastahanesi ile Darülaceze, açılan diğer kurumlardır. Haberleşme için telgraf alt yapısının tesisi, Almanlara Bağdat Demiryolu imtiyazının verilmesi, Haydarpaşa ve Sirkeci Gar'larının yapılması, Yıldız Arşivi ve Kütüphanesi ile Hazine-i Evrakın (Başbakanlık Osmanlı Arşivi) kurulmasını sağlamıştır.

Bu dönemin en önemli olayı Düyun-u Umumiye’nin kurulmasıdır. Toprak kaybı olarak; İngilizlere Kıbrıs'ın verilmesi, 1881'de Fransızların Tunus'u, 1882'de İngilizlerin Mısır'ı, 1908'de Yunanistan'ın Girit'i, Avusturya'nın ise Bosna-Hersek'i işgali yaşanmıştır. Uzakdoğudaki Müslümanlar üzerinde Halifelik nüfuzunu anımsatmak amacı ile Japonya'ya gönderilen Ertuğrul savaş gemisinin 600 civarında personeli ile batması ise diğer bir acı olaydır. Kürt Aşiretlerinden Hamidiye Alaylarının kurulması da bu dönemde olmuştur. Dönemi bitiren olay ise üzerinde çok konuşulan 31 Mart Ayaklanmasıdır.
Saygılarımla. 

Yüzleşme Korkusu (Murathan MUNGAN - Birikim Dergisi Arşivi, Sayı:210, Tarih: Ekim 2006'dan Alıntıdır.)

Türkiye' de insan, “Psikoloji”den uzak  durmayı  seçen  bir  yaklaşımla değerlendirilmektedir. Bu “paradoksal” tutumun çeşitli nedenleri var elbette, bunlar;                                                 
1. Psikolojinin, kendimize  yakıştıramadığımız  bazı  olguları  ortaya  çıkarmasından  ürkerek kendimiz  ve dünyayı  algılama  sistemimize  uygun  kurduğumuz  “konforun”  bozulabileceği inancı ve,                                                                                                                                   
2. Klinik  düzeyde  ve  ağır  patolojik  durumlar olmadığı  sürece,  onu,  kendimizden uzakta, hayatımızın dışında bir yerde tutmaya ve bizimle hiç ilgisi olmayan bir şeymiş gibi davranma düşüncemizdir.

Bu düşünce ile bir yandan terimlerin, tanıların, verilerin (Şizofren, psikopat, paranoyak) çözümleme mantığıyla gündelik hayatımıza ve algılama sistemimize sızmasından kaçınırken bir yandan da haklarında pek az şey bildiğimiz bu kavramları kimi tartışmalarda insanları suçlamak için işimize geldiği gibi kullanırız. Oysa kendimizi oldurmak, geliştirmek; kişisel malzememizi gözden geçirmek, benliğimizi bütünlemek, yaşamımızı yenilemek, varoluşumuzu anlamlı kılabilmek için, gereken durumlarda kendimizle, gerçeklerle ve hayatla  “yüzleşebilmek” gereklidir.

Yüzleşebilen insanlar kendilerini aşabilir, sorunlarıyla baş edebilirler.Güç koşullarda ve çetin bir ikilemi çözmemiz gereken durumlarda bizi ayakta tutan, aynı zamanda kendisi başlı başına bir “ahlak” olan insanın, yüzleşebilme becerisi ve yeteneğidir "İç gücü". Yüzleşme korkusu dediğimiz ise; mevcut bilginin ertelenmesidir. Artık kabul edilmesi gereken gerçekler karşısında dağılacağını bilen “ego”, alt alta sıraladığı bahanelerden bir kale inşa eder ve kalenin sahte sağlamlığına yaslanarak bu “arızalı bütünlüğü” sürdürmeye çalışır.

Bizim önemsediğimiz ve toplumca önemsetilen ise; başkalarının nasıl göreceği ve ne diyeceğini düşünerek “ego”muzu dik tutacak, arkası boş, “cepheden görünüşümüzü" koruyacak ve toplum katında anonim onay kazanacak bir “imaj” inşa etmek ve bunu korumaktır. Bu amaçla; "Yüzleşme korkusu” nun sosyolojik bir kimliğe dönüştüğü toplumlarda, çocukluktan başlayarak köklü bir inkâr yeteneği gelişir/geliştirilir. Erişkin yaşlara gelindiğinde, kişiliğin adeta temel bir parçası haline gelen bu “yetenek”, kişinin hayatla olan bütün ilişkisini ikiyüzlülük, yok sayma, gözardı etme üzerine inşa etmesine ve algısında gerçeklik çarpıtmasına neden olur.

Gözünü budaktan sakınmamak, savaşmaktan korkmamak, tek başına bir cesaret ölçüsü sayılabilir belki, ama asıl cesaret, insanın “içindeki” ve “dışındaki” gerçekleri göze alabilmesiyle başlar. Ancak reddetmek, görmezden gelmek, yok saymak, bahaneler bulmak, kabul edilebilir gerekçeler uydurmak, akla yatkınlaştırmak ya da sorunu erteleyip durmak konusunda eğitilmiştir insanımız. Kanaatin, bilgi yerine kullanıldığı bütün toplumlar için “Sanal”lığın en önemli koşuluna sahibiz; Başta “kendimizi” olmak üzere her şeyi, “sanıyoruz”.

Gündelik yaşam içinde ise “Keşke yanımızda bir kamera ya da ses alma cihazı olsaydı da, konuşmalarımızı kaydetseydi, o zaman gerçekler anlaşılırdı,” dediğimiz çaresiz durumlarda, her anın kameralarla yapıldığı bir kayıt için bile, bu insanların görmek istemediklerini görmemesi, duymak istemediklerini duymaması, kabul etmek istemediklerini kabul etmemeleri bizi şaşırtıyor. Bir gün önce söylediklerinin birebir kayıtları kendilerine gösterildiğinde bile, rahatlıkla reddedebiliyor; akıldışı bahaneler uydurabiliyor, saçmasapan biçimde gerekçelendirebiliyor; bir başkasının defalarca yinelenen apaçık sözlerini, insanın gözünün içine baka baka tahrif ederek aktarabiliyorlar.

Bu ve benzeri durumları, insanların ahlak zaafları ya da kişilik bozukluklarıyla açıklamak yetmiyor. Türkiye’nin ciddi sorunlarının tartışıldığı çeşitli oturumlarda her çeşidinden tenezzül düşüklüğü eşliğinde, aynı akıl yürütme ve çıkarsama yetersizlikleri ve zihinsel bağlantı kopuklukları; sıkıştığında odak kaydırma, konudan uzaklaşma, meseleleri çarpıtma esası üzerinde yükselen aynı ucuz “münazaracılık” numaraları; seyirciden oy ve puan toplama esasına dayanan küçük kurnazlıklar; her eleştiriyi kişiliğine yönelik bir saldırı olarak algılayan aynı arızalı bünyeler; saplantılarını bir “yüce değer”, zayıflıklarını “derin duygu” sanma yanılgıları aynı kumaştan yapılma kişiler çıkıyor karşımıza.

Nitekim, yalnızca bu gözü kara katılımcıların değil, onların yakınlarının, destekçilerinin de katıldıkları çeşitli programlarda, benzer düşünüş ve davranış kalıplarının sergilendiğini görüyor, dolayısıyla genişleyen halkayla birlikte, bunun “münferit vak’alar” değil, sosyolojik bir gerçek olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Psikoloji’nin nasıl “sosyoloji” haline geldiği, ya da sosyolojinin aslında nasıl “psikoloji” olduğunu kavradığımız bu öğretici deneyimler, “paradoksal bir biçimde” bize, her anı kayıtlı “görüntülerin” bile bir şeyi anlatmaya yetmediğini belgeliyor.
Sonuç olarak; kendi gerçeğine uzak olanlar, her yere uzaktırlar ve hem ait oldukları, hem karşı oldukları çevrelere aynı oranda zarar verirler. Saygılarımla.

Burası Vatan Toprağıdır, Terk Edemeyiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk


Ormancılığın kurumsallaşmasında etkili olan en önemli siyasal ve ekonomik gelişme 1853-1856 Kırım Savaşı’dır. Osmanlı Devletinin, savaş sırasında milyonlarca altın borca girmesi, savaş sonunda imzalanan Paris Anlaşması ile özellikle azınlıklara ait  borçların ödenemez hale gelmesi sonucu, çare için başvurulması düşünülen kaynaklardan birisi de ormanlar olmuştur.

Bu maksatla; 1856 yılında ormancılık çalışmaları için oluşturulan heyetin başına Fransız Orman Uzmanı Louis Tassy getirilmiş ve görevde kaldığı 8 yıllık süre içinde;
Orman Okulunun açılması ve Orman Nizamnamesinin hazırlanması,
Ormanlarımızın keşfi (envanteri), 
Orman teşkilatının kurulması ile görevlerinin tespiti çalışmalarını yapmıştır. 
Mecelle hükümlerine göre yönetilen ormancılıkla ilgili ilk doğrudan düzenleme 1870 yılında Orman Nizamnamesi ile yapılmış ve uygulama 1937 yılına kadar sürmüştür. Bu tarihte yürürlüğe giren 3116 sayılı orman kanunu, ülkemizde orman kaynaklarının yönetimi açısından bir devrim niteliği taşır.

1937 tarihli bu kanun, 1956 yılında, yerini halen yürürlükte olan 6831 sayılı kanununa bırakmıştır. Takip eden dönemde ormancılık örgütlenmesinde;
1969-1981 arası Orman Bakanlığı'nın kurulması,
1981-2003 arası önce Tarım, daha sonra Tarım ve Köy İşleri ile birlikte anılma,
2003-2011 döneminde Çevre ve Orman Bakanlığı olarak yapılanma,
2011 yılında Çevre, Orman ve Şehircilik Bakanlığına dönüşme ve 26 gün sonra çıkarılan bir başka KHK ile bu bakanlığın da  Orman ve Su İşleri Bakanlığı ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı olarak ikiye ayrılması, her bir yapılanma esnasında her yönü ile yaşanan çok ciddi kaynak  sarfiyatı.

1960 yılı itibarı ile var olan bilgilere göre; ormanlarımızın 10-12 milyon hektar olduğu tahmin ediliyordu.1963-1972 yılları arası yapılan envanter çalışmaları sonucu,yaklaşık 20.2 milyon ha.orman ve 927 milyon m3 ağaç servetinin olduğu (topraklarımızın %22-23'ü kadar) belirlenmiştir. Son verilere göre ise ormanlık alanlar 24.4 milyon hektara yükselirken ormanların ülke geneline oranı ise yüzde 26.57'ye çıkmıştır. Bu oran Dünya ortalamasına yakındır. Zira FAO verilerine göre, Dünyanın yüzde 28.5'i ormanlarla kaplıdır. Ormanla örtülü olma oranı Güney Amerika'da yüzde 51, Birleşik Devletler Topluluğu'nda yüzde 35, Avrupa'da yüzde 27, Orta ve Kuzey Amerika'da yüzde 25, Afrika'da yüzde 18, Asya'da yüzde 17,Okyanusya'da yüzde 10 civarındadır (FAO,1994).

Ancak, ülkemiz ormanlarının nitel durumu incelendiğinde; fazla iyimser olmamak gerektiği ortaya çıkmaktadır. Zira ülkemiz ormanlarının yaklaşık yüzde 52'si ( % 51.9) bozuk yapıdadır. Bozuk nitelikteki ormanların kapalılıkları 0.1'in altındadır. Sadece kapalılığı 0.1'in üzerinde olan orman alanları dikkate alındığında ülke geneline olan oranının %12.8'e gerilediği görülür ki bu oran dünya ortalamasının çok altındadır.

Öte yandan 1980 yılı Türkiye Orman Envanteri Sonuçları'na göre, ülke ormanlarının her yıl 27.7 m3 arttığı, buna karşılık 35-36 milyon m3 tüketimin gerçekleştiği, dolayısıyla yılda 7-8 milyon m3 fazladan tüketimin gerçekleştiği, nüfus artışı değerlendirildiğinde 25-30 yıl sonra orman varlığının oldukça azalacağı düşünülmekteydi. Ancak bu tahmin, ormanlarımızda yıllık stok artışının 34 milyon m3 düzeyine çıkması, ülke nüfusundaki artışa rağmen yıllık odun tüketiminin ise 29 milyon m3'ler seviyesine gerilemesi sebebi ile doğru çıkmamıştır.

Fakat şunu hemen belirtmek gerekir ki; gelinen noktada ulaşılan seviyenin ormancılık politikalarından ziyade sosyo-ekonomik gelişmeler ile enerji politikaları, gelişen teknolojiler vb. ile bağlantılı olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır. Türkiye ormanları 1980'li yıllara kadar bir azalış, 1980'li yıllardan sonra da bir artış trendi yakalanmıştır. Tüm bu olumlu gelişmelere rağmen ülke ormanlarının verim gücü Avrupa ülkelerine kıyasla  düşüktür. 
Ülkemizde hem orman alanlarımızın hem de verim gücünün artırılması için eğitimli ve bilinçli bir nesil yetiştirme zorunluluğu, yüksek teknoloji ürünü teçhizat ve donanım kullanımı ile caydırıcı hukuki düzenlemelerin yürürlüğe girmesi, gelecek nesillere karşı en büyük görev ve sorumluluklarımızdan birisidir. Saygılarımla.