Türkiye' de insan, “Psikoloji”den uzak durmayı seçen bir yaklaşımla değerlendirilmektedir. Bu “paradoksal” tutumun çeşitli nedenleri var elbette, bunlar;
1. Psikolojinin, kendimize yakıştıramadığımız bazı olguları ortaya çıkarmasından ürkerek kendimiz ve dünyayı algılama sistemimize uygun kurduğumuz “konforun” bozulabileceği inancı ve,
2. Klinik düzeyde ve ağır patolojik durumlar olmadığı sürece, onu, kendimizden uzakta, hayatımızın dışında bir yerde tutmaya ve bizimle hiç ilgisi olmayan bir şeymiş gibi davranma düşüncemizdir.
Bu düşünce ile bir yandan terimlerin, tanıların, verilerin (Şizofren, psikopat, paranoyak) çözümleme mantığıyla gündelik hayatımıza ve algılama sistemimize sızmasından kaçınırken bir yandan da haklarında pek az şey bildiğimiz bu kavramları kimi tartışmalarda insanları suçlamak için işimize geldiği gibi kullanırız. Oysa kendimizi oldurmak, geliştirmek; kişisel malzememizi gözden geçirmek, benliğimizi bütünlemek, yaşamımızı yenilemek, varoluşumuzu anlamlı kılabilmek için, gereken durumlarda kendimizle, gerçeklerle ve hayatla “yüzleşebilmek” gereklidir.
Yüzleşebilen insanlar kendilerini aşabilir, sorunlarıyla baş edebilirler.Güç koşullarda ve çetin bir ikilemi çözmemiz gereken durumlarda bizi ayakta tutan, aynı zamanda kendisi başlı başına bir “ahlak” olan insanın, yüzleşebilme becerisi ve yeteneğidir "İç gücü". Yüzleşme korkusu dediğimiz ise; mevcut bilginin ertelenmesidir. Artık kabul edilmesi gereken gerçekler karşısında dağılacağını bilen “ego”, alt alta sıraladığı bahanelerden bir kale inşa eder ve kalenin sahte sağlamlığına yaslanarak bu “arızalı bütünlüğü” sürdürmeye çalışır.
Bizim önemsediğimiz ve toplumca önemsetilen ise; başkalarının nasıl göreceği ve ne diyeceğini düşünerek “ego”muzu dik tutacak, arkası boş, “cepheden görünüşümüzü" koruyacak ve toplum katında anonim onay kazanacak bir “imaj” inşa etmek ve bunu korumaktır. Bu amaçla; "Yüzleşme korkusu” nun sosyolojik bir kimliğe dönüştüğü toplumlarda, çocukluktan başlayarak köklü bir inkâr yeteneği gelişir/geliştirilir. Erişkin yaşlara gelindiğinde, kişiliğin adeta temel bir parçası haline gelen bu “yetenek”, kişinin hayatla olan bütün ilişkisini ikiyüzlülük, yok sayma, gözardı etme üzerine inşa etmesine ve algısında gerçeklik çarpıtmasına neden olur.
Gözünü budaktan sakınmamak, savaşmaktan korkmamak, tek başına bir cesaret ölçüsü sayılabilir belki, ama asıl cesaret, insanın “içindeki” ve “dışındaki” gerçekleri göze alabilmesiyle başlar. Ancak reddetmek, görmezden gelmek, yok saymak, bahaneler bulmak, kabul edilebilir gerekçeler uydurmak, akla yatkınlaştırmak ya da sorunu erteleyip durmak konusunda eğitilmiştir insanımız. Kanaatin, bilgi yerine kullanıldığı bütün toplumlar için “Sanal”lığın en önemli koşuluna sahibiz; Başta “kendimizi” olmak üzere her şeyi, “sanıyoruz”.
Gündelik yaşam içinde ise “Keşke yanımızda bir kamera ya da ses alma cihazı olsaydı da, konuşmalarımızı kaydetseydi, o zaman gerçekler anlaşılırdı,” dediğimiz çaresiz durumlarda, her anın kameralarla yapıldığı bir kayıt için bile, bu insanların görmek istemediklerini görmemesi, duymak istemediklerini duymaması, kabul etmek istemediklerini kabul etmemeleri bizi şaşırtıyor. Bir gün önce söylediklerinin birebir kayıtları kendilerine gösterildiğinde bile, rahatlıkla reddedebiliyor; akıldışı bahaneler uydurabiliyor, saçmasapan biçimde gerekçelendirebiliyor; bir başkasının defalarca yinelenen apaçık sözlerini, insanın gözünün içine baka baka tahrif ederek aktarabiliyorlar.
Bu ve benzeri durumları, insanların ahlak zaafları ya da kişilik bozukluklarıyla açıklamak yetmiyor. Türkiye’nin ciddi sorunlarının tartışıldığı çeşitli oturumlarda her çeşidinden tenezzül düşüklüğü eşliğinde, aynı akıl yürütme ve çıkarsama yetersizlikleri ve zihinsel bağlantı kopuklukları; sıkıştığında odak kaydırma, konudan uzaklaşma, meseleleri çarpıtma esası üzerinde yükselen aynı ucuz “münazaracılık” numaraları; seyirciden oy ve puan toplama esasına dayanan küçük kurnazlıklar; her eleştiriyi kişiliğine yönelik bir saldırı olarak algılayan aynı arızalı bünyeler; saplantılarını bir “yüce değer”, zayıflıklarını “derin duygu” sanma yanılgıları aynı kumaştan yapılma kişiler çıkıyor karşımıza.
Nitekim, yalnızca bu gözü kara katılımcıların değil, onların yakınlarının, destekçilerinin de katıldıkları çeşitli programlarda, benzer düşünüş ve davranış kalıplarının sergilendiğini görüyor, dolayısıyla genişleyen halkayla birlikte, bunun “münferit vak’alar” değil, sosyolojik bir gerçek olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Psikoloji’nin nasıl “sosyoloji” haline geldiği, ya da sosyolojinin aslında nasıl “psikoloji” olduğunu kavradığımız bu öğretici deneyimler, “paradoksal bir biçimde” bize, her anı kayıtlı “görüntülerin” bile bir şeyi anlatmaya yetmediğini belgeliyor.
Sonuç olarak; kendi gerçeğine uzak olanlar, her yere uzaktırlar ve hem ait oldukları, hem karşı oldukları çevrelere aynı oranda zarar verirler. Saygılarımla.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.